Skip to main content

Siber Bilgi M.

Yazar: delidumrul
03-15-2015, Saat:06:15 PM
Forum: TESBİTLER
Yorum Yok
"
Ben küçük kızlarınızı Barbie Bebeklerle büyüttüm, bugün sizden estetik operasyon için para istiyorlar diye neden şaşırıyorsunuz!
Ben çıkarlarım uğruna kocaman bir moda endüstrisi yarattım! İstediğimi de elde ettim, 17 yaşındaki kızların çoğu dış görünüşlerinden rahatsız. Saçma salak moda programlarına çıkıp kendilerini aşağılatıyorlar..
Ortalama bir insanın günde 5.5 saat TV izlediği, kitap okumadığı, tiyatro ve sinemaya çok az gittiği bir toplumda alaşağı edilmek gibi bir kaygım yok!
Benim yüzümden ortalık miras kavgaları yüzünden kanlı bıçaklı olmuş akrabalarla dolu.
Her yıl 20 milyon çocuk açlıktan ölürken siz bir koşu bandının üstünde fazla yağlarınızı eritmek için ter döküyorsunuz!
Benim yüzümden dünyada 600 milyon obez ve 1.4 milyar aç insan var!
Benim sayemde Starbucks için kahve üreten bir çiftçinin oradan bir bardak kahve satın alabilmesi için 3 gün çalışması gerek!
Benim sayemde Uzak Doğu'da 6-12 yaş arası kızlar 200$ gibi komik bir paralarla seks kölesi olarak satılıyorlar.
Benim sayemde "serbest piyasa ekonomisi" dünyanın en büyük yalanı.
Türkiyelilerin % 24'ü benim sayemde eğer milyarder olmaları için bütün ailelerini reddetmeleri gerekecekse, bunu yapabileceklerini söylüyor.
Kadınlara sesleniyorum! Lütfen birer obje haline geldiğinizi aklınıza getirmeden Victoria's Secret'a koşun.
Victoria's Secret ülkelerine Türkiye de eklendi, avuç içi kadar çamaşıra 170 TL verince çok mutlu olacağınızı garanti ediyorum!
Ben 15 yaşındaki bir çocuğun iPhone alabilmek için böbreğini sattığını duyunca zevkten dört köşe oldum!
Benim sayemde sadece el kaldırıp indirerek çalıştığını iddia eden 500 asalak milletvekili var bu ülkede. Hepsi kazançlarının yarısı ile fakirlere yardımcı olsa memlekette fakir kalmaz.
Benim sayemde Tayland'da Disney fabrikası için çalışan bir çocuğun Disneyland'e girecek parayı çıkarması için 55 gün çalışması gerek.
Afrika kıtası dünyanın altın rezervlerinin % 90'ını elinde bulundurmasına rağmen, dünyada sadece 4 tane Afrikalı milyarder var.
Benim sayemde Afrika kıtasından her sene 8.5 milyar $ değerinde pırlanta çıkıyor, kıtanın açlık sorununu çözmeye yetecek miktar...
Siz pırlantalara bayılırsınız, Hindistan'da 1 milyon kişi günde 1.2 dolar kazanarak o pırlantaları üretiyorlar.
Dünyayı sarışın kadınların güzel olduğuna inandırdım, bu yüzden Asya kıtasında 300 milyon kadın düzenli olarak beyazlatıcı sabun kullanıyor.
Benim sayemde sizin hayatlarına özendiğiniz dizi yıldızlarının % 64'ü esrar bağımlısı.
Benim sayemde yılda 20 milyon çocuk açlıktan ölürken siz aynı tişörtü haftada iki kez giymeye utanıyorsunuz.
Siz hangi tanrıdan bahsediyorsunuz, artık farkına varın, taptığınız tek tanrı benim!
Siz hangi tanrıdan bahsediyorsunuz, Müslümanlar 5 yıldızlı Kabe manzaralı otellerinde, "ibadet" ederlerken?
Siz hangi tanrıdan bahsediyorsunuz, bütün dünya Hristiyan bayramı Noel'i sırf alışveriş yapıp eğlenmek için "kutlarken"?
Türkiye'de 2 milyon evsiz insanın olduğundan kimsenin haberi yok çünkü TV'de gördüğünüz zenginlerin hepsi havuzlu villalarda yaşıyorlar.
Ben yine başardım! Bütün kadınları dolapları tıka basa dolu olduğu halde giyecek hiçbir şeyleri olmadığına inandırdım.
Dünya nüfusunun % 50'si dünya kaynaklarının ve zenginliklerinin % 1'ine sahip.
Dünya nüfusunun % 1'i dünya kaynaklarının ve zenginliklerinin % 50'sine sahip.
Bankacılar benim evlatlarım.
Türkiyelilerin % 85'i eğer ekonomik durumlarını iyileştirebilecekse faşist bir hükumeti seçebileceklerini söylüyor. İşte BENİM GÜCÜM...
Haydi beni tahmin edin.. BEN KİMİM ?
[Resim: HhjZ8Fh.jpg]
Yazar: delidumrul
03-14-2015, Saat:11:47 PM
Forum: TESBİTLER
Yorum Yok
Modern insan yaşıyor mu?
Bir film düşünün...Başrolünde bir otomobil var.
Bir aile arabası.
Garajdan çıkıyor, çocuğu okula, anne babayı işe götürüyor; geri dönüyor, bazen uzun uzun yıkanıyor.
Bir de telefon tabii.
Kamera sık sık bu cihazı gösteriyor.
İçinizden "Ne saçma!" diye mi geçirdiniz? Niye? Dönüp kendi hayatımıza baksak...
Yalan mı? Başrolde telefonlarımız yok mu?
Ve saat...
Saatin alarmı çalıyor.Uyanma vakti. Yataktan çıkılıyor. Diş fırçalama vakti. Diş fırçası perdede dişini fırçalayan insandan daha çok yer kaplıyor.
Şöyle bir düşünün...
Abartma mı bu?
Hele televizyonlarımızın evdeki yeri ve değerinin evde yaşayan bizleri nasıl ezdiği gerçeğini de buna eklerseniz...
Veya hayatı yaşamaktansa, TV'den izlemenin heyecanını mesela...
Yönetmenin haksızlık ettiğini söyleyebilir misiniz?
Hayır!
Ama çok boğucu ve alabildiğine soğuk bir film derseniz, bakın işte bu doğru!
Zaten 1989 yapımı bu filmin yönetmeni Michael Haneke de şöyle diyor: "İnsanlar perdede gerçekle karşılaşmaktan hoşlanmazlar.
Tüketilmeye müsait hikayeler isterler."
***

Sadede geleyim...
Birkaç hafta önce, "Pazar notları"mdan birinde şöyle diyordum...
"Bir gün gelip sahip olduklarımızın hepsini çöpe atsak, sahiplenme duygusuyla sevdiğimiz ne varsa kendi hallerine bıraksak... Boş, bomboş kalırız. Çünkü hep sahip olduklarımızla var olduk ama hiç 'ol'madık."
Bunun üzerine sevgili dostum Bülent Korman bir mesaj attı: "Haneke'nin Yedinci Kıta adlı filmini izledin mi?"
Hemen izledim. Girişte sözünü ettiğim film o işte!
Der Siebente Kontinent (Yedinci Kıta) usta yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi.
Kariyer sahibi anne baba ve çocuktan oluşan modern çekirdek ailenin nesnelere ve rutine hapsolmuş hayatı anlatılıyor.
Öyle bir aile ki...
Duyguları var gibi de, aslında yok!..
İlgileri var gibi de, hemen dağılıyor...
İşler tıkırında gidiyor ama aslında anlamsız...
Sonunda nesnelerin tahakkümünden kurtulmaya karar verip her şeyi kırıp dökmeye başladıkları sahneler öylesine sarsıcı ki...
Dikkatinizi çekerim; bankadan çekilen kredi paralarının klozete atıldığı sahnede Cannes film festivali izleyicisi salonu terk etmiş.
Evdeki makinelerin parçalanmasına, "hayat belirtisi" gösteren tek nesne olan akvaryumun kırılmasına falan tahammül eden Cannes seyircisi paraların boşa gitmesine dayanamamış.
***

Merak etmeyin, filmin trajik sonunu aktarmayacağım. Gerekmiyor.
Hep sahip olmuş ama hiç "ol"amamış modern insanı böyle bir durumda nasıl bir son bekler ki?
Nihayetinde metafiziği kovmuş, fiziğe tapmış bir dünyanın orta yerinde debelenip duruyoruz.
Haneke'nin şu sözünü de kaydedip ayrılıyorum: "Her şeyin iyiye gittiğini düşünmek istiyorsunuz ama bu doğru değil!"
[Resim: OHwXjV4.jpg]
Yazar: delidumrul
03-13-2015, Saat:09:26 PM
Yorum Yok
Beyaz kardeşlerimiz bizi uygarlaştırmak için gelmeden önce, hiç hapishanemiz yoktu
Bu yüzden aramızdan serseri de çıkmazdı …
Hapishane yoksa serseri de yoktur …
Kapılarımızın kilidi de olmazdı bu yüzden, hırsızlar da bulunmazdı.
Eğer aramızdan biri ; at,çadır ya da battaniye edinemeyecek kadar yoksul ise …Bu durumda bütün ihtiyaçları kendisine hediye edilirdi..

Özel mülkiyete çok büyük önem verecek kadar uygarlaşmamıştık …
Para nedir bilmiyorduk …
Bu yüzden bir insanın değeri serveti ile ölçülmezdi …
Yazılı hiç bir yasamız ,dolayısı ile avukatlarımız ve politikacılarımız da yoktu …
Bu yüzden birbirimizi aldatmak ve kazıklamak durumunda da kalmazdık …

Demek ki Beyaz adam gelmeden önce çok berbat durumdaymışız …

Bilmem ki Beyaz Adamın uygar bir toplum için son derece gerekli olduğunu söylediği …
Bu temel şeyler olmadan binlerce yıl hayatta kalmayı nasıl başarabildik …?
[Resim: jfwe33R.jpg]
Şef John Fire Lame Deer
Yazar: ahmetsahin
03-12-2015, Saat:12:40 PM
Yorum Yok
Birinci Dünya Savaşında, 1915’te Çanakkale ve 1916’da Irak cephesinde Kut’ül-Amare zaferleri ile Osmanlı, İngiliz gururuna önemli darbeler indirmişti. Fakat Mart 1917’de Irak cephesinde ve Ekim 1917’den başlayarak Filistin cephesinde İngilizlerle yapılan

Osmanlının başarısız iki Kanal Seferinden sonra İngilizler Sina Çölünü kontrol altına alarak Filistin’e dayanmıştı. Türkler Gazze-Birüssebi hattında savunmaya geçerek Mart ve Nisan 1917’deki 2 büyük İngiliz saldırısını püskürtmeyi başarmıştı. Ancak İngilizler olağanüstü insan, cephane ve malzeme yardımı alarak bu hatta direnmeye çalışan Osmanlıları 1917 sonunda yenmeyi ve 40 gün süren muharebe ve takip sonunda 9 Aralık 1917’de Kudüs’e girmeyi başarmıştı. Mısır Seferi Kuvveti Kumandanı General E.H.H. Allenby, 11 Aralık 1917’de resmî bir törenle şehre girdi. Törende Kudüs hakkında uygulanacak genel İngiliz politikası bir beyanname ile çeşitli dillerde açıklandı.

Almanya ile Osmanlı Devleti arasında 2 Ağustos 1914’te bir ittifak anlaşması yapılmıştı. Hemen ardından 10 Ağustos 1914’te Alman Genelkurmay Başkanı von Moltke Enver Paşa’ya gönderdiği yazıda, Osmanlıların üzerine mümkün olduğu kadar çok Rus ve İngiliz kuvvetlerini çekmesi, enerjik bir çabayla İslam ihtilalini gerçekleştirmesi, bu amaçla Kafkasya’ya karşı harekete geçilmesi, özellikle Mısır’a karşı bir sefer yapılması ve Avusturya’nın yükünü hafifletmek için mümkün olduğu kadar çabuk savaşa katılmasını istemişti1. Bu doğrultuda Türkler, yapılan hazırlıkların ardından İngilizlere karşı Birinci Kanal Seferi’ni düzenlemişti. Sefer başarısız olmuş ve yeni bir sefer hazırlıklarına başlanmıştı. Çanakkale Cephesi’nin açılması ve 1915 yılı sonuna kadar sürmesi, Mısır’a karşı yeni seferin yapılmasını 1,5 sene geciktirmişti. Ağustos 1916’da yapılan İkinci Kanal Seferi de başarısız olmuş ve İngilizler Türkleri Sina çölünün dışına itmeyi başararak Mısır ve Süveyş Kanalı’nın güvenliğini garantiye almışlardı.

Bundan sonra Türklerin çekildiği Gazze-Birüssebi hattı İngilizlerin Filistin’e girişleri için önemli bir direnç noktası oluşturmuştu. Bu hat aynı zamanda Kudüs’ün muhafazası için de gerekliydi. İngilizler, Kantara’dan başlayarak Gazze Vadisi’ne kadar demiryolu döşedikleri gibi Nil’in tatlı suyunu da demiryoluna paralel döşemişlerdi. İngilizlerin Mart ve Nisan 1917’de Gazze’ye düzenlediği iki önemli saldırı, başarısızlığa uğramıştı. Bunun üzerine Mısır Sefer Kuvveti Komutanı General A. Murray’ın yerine, General E.H.H. Allenby atanmış ve kendisine her türlü destek verilmişti. Hatta İngiliz Başbakanı D. Lloyd George, Allenby’e, Kabine’nin Noel’den önce Kudüs’ün ele geçirilmesini beklediğini söylemişti. Haziran 1917’de göreve başlayan General Allenby, yaz boyunca daha önce başlanan hazırlıkları hızla tamamlamaya çalışmıştı. Bu sırada Türk Genelkurmayı, İngilizlerin büyük çaptaki hazırlıklarını doğru okuyamamış ve ağırlığını 11 Mart 1917’de kaybettiği Bağdat’ın geri alınması projesine vermişti. Bunun sonucunda “Yıldırım” projesi doğmuştu. Buna Almanlar, büyük oranda asker ve silah desteği vermişti. Oluşturulan Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı’na Alman Generali Falkenhayn atanmıştı. İngilizlerin Filistin’deki tehdidinin arttığı konusunda Türk ve Almanların anlaşmaya varması üzerine, Bağdat’ın kurtarılması için oluşturulan “Yıldırım” Filistin’e gönderilmiş ancak çok geç kalınmış ve Türkler yarı hazır bir durumda yakalanmıştı. Hazırlıklarını tamamlayan General Allenby, 31 Ekim 1917’de Birüssebi ve Gazze üzerine saldırıya geçmişti. Türkler, gelişen İngiliz saldırısı karşısında dayanamamış, önce Birüssebi, ardından da Gazze elden çıkmıştı. İngiliz başarısı, bununla sınırlı kalmamış ve geri çekilmekte olan Türkleri takip etmişti. 40 gün süren takip ve muharebeler sonunda Türkler 8/9 Aralık gecesi Kudüs’ü boşaltmak zorunda kalmıştı. Türkler Kudüs’ten sonra şehrin doğu ve kuzeydoğusunda bir hatta doğru çekilmişti. Bu nedenle, direnişle karşılaşmayan İngilizler öğleden önce Kudüs’e girmişti. Öğleden sonra Türk hattına yaptıkları saldırı ise geri püskürtülmüştü. 10 Aralık sakin geçmiş ve İngilizler 11 Aralık’tan itibaren dikkatlerini Kudüs’ü Türk karşı saldırılarına karşı koruma planları ve harekâtları üzerinde yoğunlaşmışlardı

11 Haziran 1916’da İslam’ın kutsal kenti Mekke, İngilizlerin kışkırtması sonucu isyan eden Şerif Hüseyin’in eline geçmişti. 11 Mart 1917’de İngilizler Halifeler kentini yani Bağdat’ı ele geçirmişti. Bu, Mekke’nin düşmesinden sonra Türk prestijine indirilen ikinci bir darbe idi3. Aynı yıl dokuz ay sonra, Kudüs’ün 9 Aralık 1917’de İngilizlerin eline geçmesi, üçüncü darbe olmuştu. Artık dinî semboller olan büyük şehirler Türklerin elinden çıkmıştı. Daha kötüsü İngilizler, bunu sürekli bir propaganda malzemesi yaparak hem işgalleri altındaki İslam topraklarında Osmanlı sempatizanlığını yok etmeye çalışmış, hem de Osmanlı egemenliğindeki topraklarda yaşayan Arapları kendi tarafına çekmek için bulunmaz bir fırsata sahip olmuştu.

Kudüs’ün Teslimi

9 Aralık 1917 günü Osmanlı Devleti’nin son Kudüs Mutasarrıfı –İngiliz kaynakları yanlış olarak Kudüs Valisi olarak verirler- İzzet Bey, Belediye Başkanına bir teslim mektubu vererek sabah erkenden şehirden ayrıldı. Ayrılmadan önce de telsiz makinesini çekiçle paramparça etti4. İzzet Beyin 8/9 Aralık 1917 tarihli imzaladığı belgede Osmanlıların dinî binaların tahrip olmasından çekindiği için şehirden çekildiği, buralara muhafızlar yerleştirildiği ve İngilizlerin de aynı yolda hareket edeceğinin umulduğu ifade edilmişti. Ekte yer alan belgenin resminden, propaganda amaçlı olarak şehrin bir duvarına da asıldığı anlaşılmaktadır.

Belge sadeleştirilmiş hali şudur:

“Her milletçe kutsal sayılan Kudüs’teki yerleşim yerlerine iki günden beri obüsler düşmektedir. Osmanlı Hükümeti sırf dinî mekanların zarar görmemesi için kasabadan çekilmiş ve Kamame, Mescid-i Aksa gibi dinî mekanların korunmasına memurlar görevlendirmiştir. Tarafınızdan dahi bu yolda muamele edileceği ümidiyle bu belgeyi Belediye Reisi Vekili Hüseyin-zâde Hüseyin Bey eliyle gönderiyorum efendim.” Kudüs Müstakil Mutasarrıfı İzzet

Belediye Başkanı, sabahleyin yanında birkaç polis memuru ile Lifta’da bulunan İngiliz birliklerine doğru yola çıktı. Saat 08.30’da İngilizler, beyaz bir bayrakla yaklaşan heyeti gördü6. Heyeti ilk karşılayan iki İngiliz çavuşu oldu ve kendilerine şehrin teslim mektubu ve anahtarları sunuldu ise de kabul etmediler. Arkadan gelen İngiliz subaylarından iki binbaşı ve Tugay komutanı da kabul etmedi. Kimse teslim işini üzerine almak istemedi. Sonunda 60. Tümen Komutanı Tümgeneral J.S.M. Shea, Korgeneral P. Chetwode’a danıştı ve Chetwode da teslim işini kabul etmesini bildirdi. O da, Allenby adına saat 11.00’de şehrin teslimini kabul etti. 31 Ekim’den beri 40 gündür devam eden muharebeler sonunda Kudüs teslim alındı. Böylece Hıristiyanlar, 730 yıl sonra Kudüs’e döndü. 180. Tugay Komutanı Tuğgeneral C.F. Watson ve Belediye Başkanı birlikte Kudüs’e döndü. Tuğgeneral Watson postaneye, bazı hastanelere ve Yafa Kapısı’na muhafızlar yerleştirerek kamu güvenliğini sağlamaya çalıştı. Aynı zamanda, General Allenby’nin resmî girişinin kısa bir provası hazırlandı.

İngiliz Savaş Kabinesi Kudüs’ün ele geçirilmesinden hemen önce basın muhabirlerinin mesajlarını ve askerî ataşelerin telgraflarını, zaferin Avam Kamarası’nda bir bakan tarafından dünyaya duyurulmasına kadar bekletmeleri emrini vermişti. Bu emir, Kudüs’ün ele geçirilmesinden önce Mısır Sefer Kuvveti’nde bulunan gazetecilere de bildirilmişti8. Nihayet 9 Aralık 1917’de resmî duyuru yapılmıştı9. Maliye Bakanı Bonar Law, Avam Kamarası’nda resmî duyuruyu yapmış ve kutsal şehrin ve çevresinin zarar görmesinden kaçınmak için Kudüs’ün ele geçirilmesinin geciktiği değerlendirmesini yapmıştı. Resmi duyurunun ardından Westminster Katedrali’nin büyük çanı üç yıl aradan sonra çalmaya başlamıştı. Paris’te Notre Dame Katedrali’nde özel bir tören düzenlenmişti. Duyurunun ardından İngiliz Savaş Kabinesi, Allenby’e gönderdiği telgrafta dünya çapında tarihî bir anlamı olan ve İngiliz ve Müttefik halklarına büyük bir sevinç yaşatan Kudüs’ün ele geçirilmesi olayında kendisini tebrik ettiklerini ve başarılarının devamını beklediklerini bildirmişti. Allenby, şehirde iken İngiliz Kralı V. George’dan da bir mesaj almıştı10. Kudüs’ün ele geçirilmesi üzerine Roma’da 15.000 öğrenci dâhil 35.000 kişi St. Onoforio Tasso Türbesi’ne yürümüştü. Aynı yerde 16. yüzyılda “Kudüs Kurtarıldı” diye yazan şair Torquato Tasso’nun da türbesi vardı. Bu sırada Roma’daki yüzlerce çan çalmış ve Kardinal Lega, kalabalığa hitap etmiş ve kalabalığı kutsamıştı. Papa, savaşa katılan ülkelerdeki tüm papazlara bir genelge göndererek, her hangi bir Hıristiyan devletin Kudüs’ün geri alınması girişiminde Türklere yardım etmesi halinde aforoz edileceğini bildirmişti.

İngilizlerin şehri ele geçirmesine en çok sevinenler, şüphesiz Hıristiyan, Yahudi ve bölgede Türk hâkimiyetini görmek istemeyen bazı Araplar idi. Gazeteci W.T. Massey, Allenby’nin şehre girişinden birkaç saat önce şu olaylara tanık olmuştu: “Davut Sokağında gezerken bir Yahudi kadını, beni durdurdu ve dedi ki ‘Bu gün için dua ettik. Bu gün şarkı söyleyeceğim. Tanrı Bağışlayıcı olan Kralı Korusun, Çok Yaşa bizim Soylu Kral. Açlık çekiyorduk fakat mesele mi? Şimdi kurtulduk ve özgürüz.’ Ellerini göğsünün üstünde bağladı ve birkaç kez ‘Ah ne kadar müteşekkiriz’ dedi. Yaşlı bir adam da beni elleriyle tuttu ve dedi ki Tanrı bizi kurtardı. Ne kadar mutluyuz.” dedi.

Bundan başka yazar, 10 yıldır Kudüs’te yaşayan ve Kızılhaç Hastanesi’nde çalışan bir Amerikalının, Türk ordusunda görevli üç yaralı Arap subayın hastaneye getirildiğini, bunlardan birinin “şimdi Yaşa İngiltere diye bağırabilirim” demesi üzerine, hastanede çok sayıda yaralı Türkün olduğunu ve dikkatli olması gerektiğini hatırlatması üzerine bunu dikkate almadığını ve “Yaşasın İngiltere” diye bağırdığını anlatmaktadır

Çoğu İngiliz yazarı, Kayser II. Wilhelm’in 1898’de at üstünde Kudüs’e gösterişli bir şekilde girişi ile, 11 Aralık 1917’de İngiliz Generali Allenby’nin bir hacı gibi yaya olarak saygılı bir şekilde girişini mukayese etmiştir.

Allenby 11 Aralık’ta yaşadıklarını Londra’ya gönderdiği telgrafta şöyle özetlemişti:

“1- Bugün öğlen, kurmaylarımdan birkaçı, Fransız ve İtalyan bölük komutanları, Picot Heyetinin başkanları, Fransız, İtalyan ve Amerika Birleşik Devletleri Askeri Ataşeleri ile resmen şehre girdim.
Tören Alayının hepsi yaya idi.

1-Yafa Kapısında İngiltere, İskoçya, İrlanda, Galler, Avustralya, Hint, Yeni Zelanda, Fransa ve İtalya muhafızları tarafından karşılandım.
2- Halk tarafından iyi karşılandım.
3- Kutsal Yerlere muhafızlar yerleştirildi.
4- Askeri Vali Latinlerin mütevelli vekiliyle temas halindedir ve Yunanlı temsilci Hıristiyan Kutsal Yerleri yönetmek üzere seçildi.

5- Ömer Camii ve çevresi Müslüman kontrolüne verildi ve Camii çevresinde Hintli subay ve askerlerden oluşan askerî bir kordon oluşturuldu40. Askerî valinin ve Camii yöneticilerinin izni olmadan Müslüman olmayanların bu kordonu geçemeyecekleri hakkında emirler verildi.

6- Beyanname duvarlara asıldı ve Arapça, İbranice, İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Yunanca ve Rusça olarak Kalenin basamakları üzerinde huzurumda okundu.

7- Beytüllahim’e ve Raşel Türbesi’ne muhafızlar yerleştirildi.

8- Kamame Kilisesi41 kapılarındaki vakıfların irsî mütevellilerden, Kiliseyi koruyan Halife Ömer’in yüce hukuku doğrultusunda geleneksel görevlerini kabul etmeleri istenildi.”

Sonuç
Birinci Dünya Savaşında, 1915’te Çanakkale ve 1916’da Irak cephesinde Kut’ül-Amare zaferleri ile Türkler İngiliz gururuna önemli darbeler indirmişti. Fakat Mart 1917’de Irak cephesinde ve Ekim 1917’den başlayarak Filistin cephesinde İngilizlerle yapılan başarısız muharebeler sonucunda Türkler, Ortadoğu’nun önemli şehirlerinden olan Bağdat ve Kudüs’ü kaybetmişti.
Türkler, 11 Mart 1917’de kaybettiği Bağdat’ı kurtarmaya çalışırken, aynı yıl izledikleri yanlış askerî politikalar yüzünden Kudüs’ü de kaybetmişlerdi. Bağdat’ın kaybı ile beraber Kudüs’ün de kaybedilmesi İslam dünyasında Türk prestijne önemli bir darbe daha vurulmuştu. Ayrıca Osmanlı Ordusunun savaş değeri konusunda da ciddi sorular oluşturmuştu. Diğer taraftan, Kudüs’ün İngilizler tarafından ele geçirilmesi Hıristiyan dünyasında büyük bir sevinç yaratmış ve olay hemen bir Haçlı zihniyetine dönüşmüştü.( İsmet ÜZEN-Gaziosmanpaşa Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, Tokat)

NECİP FAZIL: FİLİSTİN BOZGUNU

Üstadın Dedektif X Bir mahlasıyla Büyük Doğu Dergisinde kaleme aldığı bir yazı:

1 — Birinci Cihan Harbinde İmparatorluğun çöküşü, Filistin cephesinin birdenbire yıkılmasiyle olmuştur.

2 — Evet, Birinci Cihan Harbinde Filistin cephesi birdenbire yıkılmış; bu cephe üzerinde her şey, müthiş bir bozgun ve misilsiz bir panik kasırgasiyle altüst olmuş ve neticede bu iş, bütün felâketler bilançosunun yekûn hattını çekerek Türk vatanının istilâsına ve Mondros esaret senedinin imzasına kadar götürmüştür.

3 — Acaba Filistin cephesinin âni çöküşü, 4 küsur yıllık Birinci Cihan Harbinin her gün üstüste yığılan faciaları sonunda zuhura gelmiş tabii bir netice midir; yoksa bununla beraber ve bilhassa bundan kuvvet alarak araya giren bir kast ve menfi irade mahsulü müdür???

4 — Biz, bütün bir tarih seyrini değiştirecek kadar mühim bu sualin cevabını şöylece veriyoruz ki, imparatorluğu birdenbire dize getiren Filistin cephesinin çöküşü, üstüste yığılı facialar neticesinde, fakat bu faciaların kötü akıbetini biraz daha uzatmanın pekâlâ mümkün bulunduğu bir anda, bulanık şartlardan kuvvet alarak araya girici bir kast ve menfi irade neticesi olarak meydana gelmiştir. Yani, imparatorluğun, o günkü Türk vatanının çöküşünü çabuklaştırıcı bir kast ve menfi irade karşısındayız. Artık siz bunun mânasına ne isim verirseniz veriniz!

5 — Cephenin çöküş tarihi 31 Ağustos 1918 dir. Filistin cephesinde üç ordumuz vardır: 4 üncü, 7 ncı ve 8 inci ordular… 4 üncü ordu kumandanı Mersinli Cemal Paşa merhum, 8 inci ordu kumandanı ArapKirli Cevat Paşa merhum, 7 nci ordu Kumandanı da Mustafa Kemal Paşadır. Üç ordunun birden teşkil ettıgı birlik ise Yıldırım Orduları ismındedir ve General (Ley-man von Sanderes) kumandasındadır.

6 — 7 nci ordu merkezi Nablus, 8 inci ordu merkezi Tul-ü Kerem, 4 üncü ordu merkezi Salt kasabalarında… Ordular grubu kumandanlığı da Nâsırada… Arkanızı Anadoluya vererek düşünürseniz, Şeria nehrinin sağında 4 üncü, solunda da 7 nci ve 8 inci ordular… Karşılarındaysa General (Allenbi) kumandasında İngiliz ordusu…

7 — Günün birinde Mustafa Kemal Paşa, Yıldırım Orduları Levazım Reisi Merzifonlu Miralay Ömer Lütfi Bey (İstiklal Harbi esnasında Nafia Vekili) ile yine ordular grubu erkân-ı harb reisi Diyarbakırlı Kâzım Paşayı nezdine çağırıyor ve şöyle diyor: «Enver Paşanın idaresi orduyu ve vatanı her yerde felâkete sürüklüyor! Bu vaziyetten kurtulmak için tek çare İngilizlerle anlaşmaktır! Başka hiçbir çıkar yol kalmamıştır!..» Her iki asker de bu teklifi şiddetle reddediyor ve böyle bir hareketin korkunç bir şey olacağını söylüyorlar ve yerlerine gidiyorlar. Teklif neticesiz kalıyor. (İşbu Ömer Lûtfi Bey, iman ve namusiyle tanınmış bir zattır ve elyevm, çok şükür, sağdır.)

8 — Bu arada Mustafa Kemal Paşanın, herhangi bir maddi menfaat bahis mevzuu olmaksızın, İngiliz kumandanı (Allenbi) ile hususi temaslarda bulunduğunu da bir gün tarih tesbit edecektir.

9 — Nihayet 31 Ağustos 1918… 7 nci ordu, ne sağındaki 4 üncü orduya, ne de solundaki 8 inci orduya ve bilhassa Ordular Grupuna hiçbir haber vermeden ve hiçbir şey sızdırmadan, birdenbire Bisan istikametinde son süratle çekilmeye başlıyor!!!

10 — Nagihan cephe üzerinde müthiş bir yarık hâsıl olmuş ve 4 üncu ordu ile 8 inci ordular birbirinden uzakta ve temassız halde kalmışlardır!!!

11 — İngiliz ordusu hemen bu yarıktan içeriye dalarak 8 inci ordunun gerisine düşüyor ve bu orduyu kuşatıp kamilen esir ediyor. Ancak Tul-ü Kerem mevkiindeki Cevat Paşa, birkaç Kişilik maiyetiyle zor belâ kurtulabiliyor!!!

12 — İngiliz tazyiki, oradan, derhal 4 üncü ordu üzerine dönüyor; vaziyeti birdenbire ve tepeden inme haber alan 4 üncü ordu ise, tarih boyunca misli görülmemiş bir bozgun seli halinde Haleb’e doğru akmaya başlıyor!!!

13 — Vaziyet tek kelimeliktir; Kahkarî hezimet!!! 4 üncü ordu bakiyeleri Şam’a doğru mahşeri bir ana baba günü akışiyle kulaç atarken, 7 nci ordu hiçbir tazyik görmeden Haleb’e çekilmiş ve orada karargâh kurmuştur!!!

14 — İşte bunun üzerine memleket tek kalemde tepetaklak olmuş ve Mondros’un imzası zarureti doğmuştur. Öyle bir cephe çöküşiydi ki, bu, eğer tam o anda imparatorluk, esaretini kabul edip mahut mütarekeyi imzalamasaydı, İngiliz ordularının Halep önüne değil, Haydarpaşaya kadar ilerlemesi lâzımdı.

15 — Bir taraftan Yıldırım Orduları Kumandanı (Leyman fon Sanderes), öbür taraftan 4 üncü ve 8 inci ordular kumandanları çırpınadursun; Mustafa Kemal Paşa derhal İstanbula müracaat ederek şu teklifte bulunuyor: «Ordumuz mahv-ü perişan olmuştur! Eğer Yıldırım Orduları Kumandanlığını bana verir ve Mersinli Cemal Paşayı bertaraf ederseniz vaziyeti kurtarırım!..» Ve o hengâmede hiçbir şeyi doğru haber almak ve düşünmek kabiliyetinde olmıyan İstanbul, bu teklifi kabul etmekten başka çare bulamıyor!!!

16 — Yeni Yıldırım Orduları Kumandanı birkaç basit oyalama muharebesinden sonra Adanaya çekiliyor ve Adanadan da îstanbula şu yeni teklifte bulunuyor: «Vaziyet tam bir faciadır! Beni Harbiye Nazırı yaparsanız durumu kurtarabilirim!..» Artık vaziyet; bilhassa şahısların vaziyeti, İstanbulca malûm olmaya başladığından Müşir İzzet Paşa bu telgrafa cevap vermiyor; ve Yıldırım Orduları Kumandanı İstanbula gelmekten başka çare bulamıyor!!!

17 — Mustafa Kemal Paşanın Harbiye Nazırlığını isteyişi telgrafı, Toroslarda Bilemedik mevkiinden çekilmiş; ve erkân-ı harb miralayı merhum Fuat Ziya Beye çektirilmiştir. Zira merhum Fuat Ziya’nın Müşir İzzet Paşa ile arası son derece iyidir. Elbette ki, tarih bir gün bu telgrafın da müsveddesini bulacaktır!!!

18 — İşte Türk milletini imparatorluk enkazı altından kurtarma hareketi mazide böyle bir istinat noktasına dayanır!!!

19 — Sadece realiteleri tesbite memur olan biz, kıymet hükmünü umumi vicdana ve tarihe terkediyoruz!!!
[Resim: odN4ZJ5.jpg]

09.12.2012.habervaktim

Büyük Doğu Dergisi – 8 Eylül 1950 – Sayı: 25, sayfa 3
Yazar: ahmetsahin
03-12-2015, Saat:12:38 PM
Yorum Yok
Milli Mücadele döneminde Rusların yaptığı 1 miyyon Rus altını yardımı, iç isyanlar ve Avrupa menşeli Beyaz Orduların sarsmakta olduğu Sovyetler Birliği’nin güney sınırını güvenceye almak ve daha da önemlisi, güney sınırında İngiliz uydusu bir devletin kurulmasına mani olmak kaygılarından doğan bir reel politiğin uzantısıydı. Kaldı ki yardımlar karşılığında Kâzım Paşa’nın Ermenistan seferi durdurulmuş ve Misak-ı Milli dahilinde sayıldığı halde güzelim Batum şehri Sovyetler Birliği’ne teslim edilmişti.

Ankara’daki Rus Büyükelçisinin isteği üzerine bu altınlara Ankara hükûmeti adına Maliye Vekili Hasan Fehmi Bey bir milyon liralık makbuz vermiştir. İkinci parti olarak alınan beş yüz bin altının yüz bini, askerî müşavir olarak Moskova’ya giden Saffet (Arıkan) ve Nuri (Conker) Beylere teslim olunarak silâh satın almak üzere Almanya’ya gönderilmiş, dörtyüz bin altını da Yusuf Kemal Bey beraberinde Kars’a getirmiştir.

Bu altınlardan yüz bin altını yanlarına alan ve ikisi de asker olan Saffet Arıkan ve Nuri Conker beyler, silah satın almak için doğru Almanya’nın yolunu tutarlar. Fakat o günlerde savaştan çıkmış Almanya’da yüksek enflasyon vardır ve borsaa da kârlı bir  yatırımm aracı durumundadır. Saffet ve Nuri beyler bir taraftan Kurtuluş Savaşı için silah pazarlıkları yaparlar, öbür taraftan da bozdurup Mark yaptıkları parayı enflasyondan koruyup değerlendirmeyi düşünürler. İşte tam bu sırada müteşebbis, daha doğrusu uyanık bir Almanla tanışırlar.

Bu acar Alman borsacı, kendilerine, ellerindeki parayı çoğaltmak ve böylece ülkelerine daha fazla silah satın almak dururken niye boşu boşuna beklettiklerini sorar. Üstelik de enflasyon bu parayı sürekli kemirirken… Sonuçta borsada kazandıkları parayla vatanlarına hizmet etmeyecekler midir?

Gayet mantıklı gelen bu teklifi kabul eder Saffet ve Nur beyler ve meteliğe kurşun atan Milli Mücadele hareketinin parasını olduğu gibi borsaya yatırırlar. Ancak sonuç tam bir fiyasko olur. paraa , o sırada istikrarsız bir seyir izleyen Alman borsasında batar. Yanlış kâğda oynamışlardır. Neticede Alman borsacının, borsaa  nedir bilmeyen askerlerimizi aldattığı anlaşılır. Sonuçta çar naçar, elleri boş olarak Ankara’ya döner iki askerimiz.

Yüzde 40 zorunlu vergiii anlamına gelen “Tekâlif-i Milliye” kanunuyla fakir Anadolu halkının iki ineğinden, iki çuval unundan birisine zorla el konulduğu bir dönemde tam yüz bin altının göz göre göre sokağa atılması, tabiidir ki, Ankara’da büyük tepki uyandırır. Mesele mahkemelik olur. Fakat her nedense bir sonuç çıkmaz. Hadisede kasıt unsuru bulunamamış, bir “kaza” olarak görülmüştür. Her ikisi de Atatürk’ün silah arkadaşları olan ve Cumhuriyet döneminde bakanlık yapmak dahil kritik roller oynayan bu iki seçkin simanın skandalı ört bas edilmiştir. Bugüne kadar da bunun hesabı sorulmuş değildir.

Milli Mücadele döneminde Rusların yaptığı 1 miyyon Rus altını yardımı, iç isyanlar ve Avrupa menşeli Beyaz Orduların sarsmakta olduğu Sovyetler Birliği’nin güney sınırını güvenceye almak ve daha da önemlisi, güney sınırında İngiliz uydusu bir devletin kurulmasına mani olmak kaygılarından doğan bir reel politiğin uzantısıydı. Kaldı ki yardımlar karşılığında Kâzım Paşa’nın Ermenistan seferi durdurulmuş ve Misak-ı Milli dahilinde sayıldığı halde güzelim Batum şehri Sovyetler Birliği’ne teslim edilmişti.

Ankara’daki Rus Büyükelçisinin isteği üzerine bu altınlara Ankara hükûmeti adına Maliye Vekili Hasan Fehmi Bey bir milyon liralık makbuz vermiştir. İkinci parti olarak alınan beş yüz bin altının yüz bini, askerî müşavir olarak Moskova’ya giden Saffet (Arıkan) ve Nuri (Conker) Beylere teslim olunarak silâh satın almak üzere Almanya’ya gönderilmiş, dörtyüz bin altını da Yusuf Kemal Bey beraberinde Kars’a getirmiştir.

Bu altınlardan yüz bin altını yanlarına alan ve ikisi de asker olan Saffet Arıkan ve Nuri Conker beyler, silah satın almak için doğru Almanya’nın yolunu tutarlar. Fakat o günlerde savaştan çıkmış Almanya’da yüksek enflasyon vardır ve borsaa da kârlı bir  yatırımm aracı durumundadır. Saffet ve Nuri beyler bir taraftan Kurtuluş Savaşı için silah pazarlıkları yaparlar, öbür taraftan da bozdurup Mark yaptıkları parayı enflasyondan koruyup değerlendirmeyi düşünürler. İşte tam bu sırada müteşebbis, daha doğrusu uyanık bir Almanla tanışırlar.

Bu acar Alman borsacı, kendilerine, ellerindeki parayı çoğaltmak ve böylece ülkelerine daha fazla silah satın almak dururken niye boşu boşuna beklettiklerini sorar. Üstelik de enflasyon bu parayı sürekli kemirirken… Sonuçta borsada kazandıkları parayla vatanlarına hizmet etmeyecekler midir?

Gayet mantıklı gelen bu teklifi kabul eder Saffet ve Nur beyler ve meteliğe kurşun atan Milli Mücadele hareketinin parasını olduğu gibi borsaya yatırırlar. Ancak sonuç tam bir fiyasko olur. paraa , o sırada istikrarsız bir seyir izleyen Alman borsasında batar. Yanlış kâğda oynamışlardır. Neticede Alman borsacının, borsaa  nedir bilmeyen askerlerimizi aldattığı anlaşılır. Sonuçta çar naçar, elleri boş olarak Ankara’ya döner iki askerimiz.

Yüzde 40 zorunlu vergiii anlamına gelen “Tekâlif-i Milliye” kanunuyla fakir Anadolu halkının iki ineğinden, iki çuval unundan birisine zorla el konulduğu bir dönemde tam yüz bin altının göz göre göre sokağa atılması, tabiidir ki, Ankara’da büyük tepki uyandırır. Mesele mahkemelik olur. Fakat her nedense bir sonuç çıkmaz. Hadisede kasıt unsuru bulunamamış, bir “kaza” olarak görülmüştür. Her ikisi de Atatürk’ün silah arkadaşları olan ve Cumhuriyet döneminde bakanlık yapmak dahil kritik roller oynayan bu iki seçkin simanın skandalı ört bas edilmiştir. Bugüne kadar da bunun hesabı sorulmuş değildir.

Milli Mücadele döneminde Rusların yaptığı 1 miyyon Rus altını yardımı, iç isyanlar ve Avrupa menşeli Beyaz Orduların sarsmakta olduğu Sovyetler Birliği’nin güney sınırını güvenceye almak ve daha da önemlisi, güney sınırında İngiliz uydusu bir devletin kurulmasına mani olmak kaygılarından doğan bir reel politiğin uzantısıydı. Kaldı ki yardımlar karşılığında Kâzım Paşa’nın Ermenistan seferi durdurulmuş ve Misak-ı Milli dahilinde sayıldığı halde güzelim Batum şehri Sovyetler Birliği’ne teslim edilmişti.

Ankara’daki Rus Büyükelçisinin isteği üzerine bu altınlara Ankara hükûmeti adına Maliye Vekili Hasan Fehmi Bey bir milyon liralık makbuz vermiştir. İkinci parti olarak alınan beş yüz bin altının yüz bini, askerî müşavir olarak Moskova’ya giden Saffet (Arıkan) ve Nuri (Conker) Beylere teslim olunarak silâh satın almak üzere Almanya’ya gönderilmiş, dörtyüz bin altını da Yusuf Kemal Bey beraberinde Kars’a getirmiştir.

Bu altınlardan yüz bin altını yanlarına alan ve ikisi de asker olan Saffet Arıkan ve Nuri Conker beyler, silah satın almak için doğru Almanya’nın yolunu tutarlar. Fakat o günlerde savaştan çıkmış Almanya’da yüksek enflasyon vardır ve borsaa da kârlı bir  yatırımm aracı durumundadır. Saffet ve Nuri beyler bir taraftan Kurtuluş Savaşı için silah pazarlıkları yaparlar, öbür taraftan da bozdurup Mark yaptıkları parayı enflasyondan koruyup değerlendirmeyi düşünürler. İşte tam bu sırada müteşebbis, daha doğrusu uyanık bir Almanla tanışırlar.

Bu acar Alman borsacı, kendilerine, ellerindeki parayı çoğaltmak ve böylece ülkelerine daha fazla silah satın almak dururken niye boşu boşuna beklettiklerini sorar. Üstelik de enflasyon bu parayı sürekli kemirirken… Sonuçta borsada kazandıkları parayla vatanlarına hizmet etmeyecekler midir?

Gayet mantıklı gelen bu teklifi kabul eder Saffet ve Nur beyler ve meteliğe kurşun atan Milli Mücadele hareketinin parasını olduğu gibi borsaya yatırırlar. Ancak sonuç tam bir fiyasko olur. paraa , o sırada istikrarsız bir seyir izleyen Alman borsasında batar. Yanlış kâğda oynamışlardır. Neticede Alman borsacının, borsaa  nedir bilmeyen askerlerimizi aldattığı anlaşılır. Sonuçta çar naçar, elleri boş olarak Ankara’ya döner iki askerimiz.

Yüzde 40 zorunlu vergiii anlamına gelen “Tekâlif-i Milliye” kanunuyla fakir Anadolu halkının iki ineğinden, iki çuval unundan birisine zorla el konulduğu bir dönemde tam yüz bin altının göz göre göre sokağa atılması, tabiidir ki, Ankara’da büyük tepki uyandırır. Mesele mahkemelik olur. Fakat her nedense bir sonuç çıkmaz. Hadisede kasıt unsuru bulunamamış, bir “kaza” olarak görülmüştür. Her ikisi de Atatürk’ün silah arkadaşları olan ve Cumhuriyet döneminde bakanlık yapmak dahil kritik roller oynayan bu iki seçkin simanın skandalı ört bas edilmiştir. Bugüne kadar da bunun hesabı sorulmuş değildir.
[Resim: BjpjvMY.jpg]
Yazar: merve
03-11-2015, Saat:01:05 PM
Yorum Yok
Vaktiyle mescidin birinde bir adam konuklamıştı. Din yolunda gayreti kendisine azık edinmişti. O aşık adam, bir gece sabaha kadar namazdan başka bir şeyle meşgul olmamak niyetiyle mescide gitmişti.

Fakat gece olup etraf kararınca bir ses duyuldu. Namaz kılan adam,kemal sahibi birinin mescide geldiğini sandı. Gönlünden,

”Böyle bir insan mescide ancak ibadet etmek için gelir. İyi oldu. Böylece kamil bir adam namazımı görüp, ibadetimi duyacak!” diye geçirdi.

Bütün gece sabaha kadar ibadette bulundu, bir an bile ibadeti bırakmadı. Bir hayli dua etti,ağlayıp inledi. Kah tövbe etti, kah istiğfar….

Müstehap ve sünnetleri yerine getirdi. Kendisini adam akıllı iyi gösterdi.

Tan yeri ışıyıp etraf ağarınca mescid aydınlandı. Adam bir de baktı ki, mescidin köşesinde bir köpek yatmış uyuyor. Bu dertle canı yandı, kanı kurudu… Gözyaşları yağmur gibi kirpiklerinden damlamaya başladı… Gönlü utanç ateşiyle öyle bir yandı ki; içinden çıkan ahlarla dili de yandı, damağı da….

Ve kendi kendine dedi ki:

”A edepsiz! ALLAH seni bu gece şu köpekle terbiye etti. Bütün gece şu köpek için ibadette bulundun.
Ne olurdu, bir gecelik de ALLAH için uyanık kalsaydın. Senin, bir gece bile ALLAH için riyasızca ibadet ettiğini görmedim…

Ey riyakar insan! Nice köpekler var ki senden daha iyi. Bir bak kendine! köpek nerede sen neredesin?

Utanmazlığın yüzünden riyalara gark oldun. ALLAH ‘tan utanmaz mısın sen? Kendi kadrini, mevki ve dereceni gördün ya! Bu şekilde muvaffak olmaktan artık ümidini kes! Bu alemde, bu halinle bir senin elinden bir iş gelmez.Gelse bile ancak köpeklere layık bir iş olur bu. Bilmem ki, neden şeytana eş olursun? Niçin nakşa kapılıp sersemleşirsin?”

Şeytanın şu zulüm yuvasından kaç artık. Şu şaşkınlıklarla dolu zindandan geç. Şu deccal  sesli adamlardan ne istersin. Şu kendilerini mehdi gösterenlerden ne umarsın?
[Resim: CHelCFC.png]

Kaynak; İlahiname, Feridüddin Attar, Semerkand Yayınları
Yazar: merve
03-11-2015, Saat:01:02 PM
Yorum Yok
İşte Harun Tokak’ın yazısı Son Sultan

1921’in soğuk bir şubat günü… Sarayın son çocuğu doğar. Fatma Neslişah Sultan, derler adına.

Adına atılan 121 pare toptan Boğaz’ın mavi suları titrer. Adına para bastırılır.

Üç yıl sonra Osmanlı hanedanına sürgün kararı çıkar.

Soğuk bir mart gecesi, Çatalca İstasyonu’ndan oflaya puflaya acı bir ıslık eşliğinde dönmeye başlar yorgun trenin tekerlekleri.

Hanedanı sürgüne götürecek olan trene binmeden hemen önce, üç yaşındaki Neslişah Sultan istasyondaki bir perdenin arkasına saklanarak, “Ben saraya dönmek istiyorum” diye ağlar.

Aşklar, şarkılar, sohbetlerle bezeli güzel geceler son bulur, zaferden zafere koşan orduların uğurlandığı, karşılandığı Yıldız Sarayı’nda geçen güzel günler geride kalır. Hiç kimse nereye gittiğini bilmiyordur.

Çatalca’dan kalkan tren, dumanlarını gökyüzüne savurarak, bağrında bahar barındırmayan bir kışa doğru koşar.

Hanedan erkeklerinin çoğu askerdir. İçlerinde tabip generaller, amiraller, albaylar vardır.

Hanedanın “Osmanları” bu kara sabahın rüyasını da görmüş müdür?

Sefaletin, yokluğun, acıların kucağına doğru alıp götüren bu tren o koca çınarın hangi kökünde saklanmıştır asırlarca.

O sürgünde sadece hanedanın acı kaderi mi vardır? Yoksa bu gün Suriye hapishanelerinden yazdıkları mektuplarda;

” Sizler sıcak evlerinizde otururken biz buralarda babasının kim olduğunu bile bilmediğimiz çocukları karnımızda taşımaktan bıktık. Gelin bizi kurtarın demiyoruz ama ne olur gelin bu hapishaneleri başımıza yıkın” diyen kızlarımızın çığlıkları da var mıdır?

Balkanlarda kalan, Filistin’de kolu kırılan, Afrika’da aç kalan insanların gözyaşları da var mıdır?

Bilemiyoruz.

Osmanlı’nın en hazin sahnelerinden biri olan o sürgün yollarında kimler yoktu ki…

Yad ellerde, “Hiçbir yer, İstanbul’un güzel ve güneşli tepelerine benzemiyor” diyerek ölüp giden, cenazesi, Fransa’da bir caminin avlusunda tam on yıl, vatan toprağına gömülmek için bekledikten sonra, bir yay gibi kıvrılıp Medine’ye ilk halifenin yanına uzanıveren son halife Abdülmecit Efendiler… Gurbet ellerde yıkayacak hiçbir Müslüman bulamadığı için hasta ve sakat kızı Neriman Sultan tarafından yıkanıp kefenlenerek, bir Hristiyan mezarlığına gömülen Şehzade Mahmut Şevket Efendiler…

Bastonuna dayanarak her gün işe gidip gelirken, bir gün ameliyatta yanlışlıkla dili kesilen ve dilsiz kalmasına rağmen yine de o haliyle; bir gün babasıyla gelen insanların Türkiye’den olduklarını öğrendiğinde;

“Ne olur, beni bu halimle bırakın da babamı vatanına götürün, bu adam yanıp tutuşuyor, eğer bana bir iyilik yapmak istiyorsanız onu vatanına götürün” diye yalvaran Neriman Sultanlar…

Nice’de vefat etmeden önce;

“Bir gün müsait olursa beni vatanıma götürün” dediği için, bir kilisede cesedi tam 30 yıl bekletildikten sonra, kilise görevlileri tarafından bir Hristiyan mezarlığına gömülen Sultan Abdülhamit’in kızı, Gazi Osman Paşa’nın gelini Zekiye Sultanlar da vardır…

Sefaletten intihar edenler, belediye izin vermediği için cesedi Manş Denizi’ne atılanlar da vardır…

Mısır bir Müslüman toprağı olmasına rağmen, Türkiye’de işbaşına gelen her iktidara mektup yazarak, her türlü siyasi haktan mahrum olarak ülkesinde yaşama izni verilmesini talep eden; Boğaziçi’nde kendi halinde balıkçılık yapmaya bile razı olduğunu her vesileyle söyleyen, yıllarca hiçbir cevap alamayınca da, Osman Yüksel Serdengeçti’ye;

“Hiç değilse bir zarfın içine bir avuç vatan toprağı koyarak gönderin de bari kabrime koyayım” diyerek, gurbet ellerde “ah vatan, ah vatan” diye diye ölen Neslişah Sultan’ın babası beyefendi Şehzademiz Ömer Efendi de vardır.

San Remo’da sefalet içinde ölen, bakkallara olan mutfak borcundan dolayı, tabutunun üzerine; “bu tabut hacizlidir, borçlar ödenmeden kaldırılamaz” yazısından dolayı damadı Ömer Faruk Efendi tarafından mutfak kapısından kaçırılan Osmanlının son sultanı Vahdettin Hanlar da vardır.

Cihanın topraklarını milletinin ayakları altına seren insanlardan bir karış toprak esirgenmiş, bunca cefa reva görülmüştür.

Son yolculuklarında, ne onları omuzlarında taşıyan Müslümanlar, ne tekbir sesleri, ne tabutun üzerine örtülü bir bayrak vardır.

Gurbet ellerde yaşayan hanedanı ilk hatırlayan Anadolu’nun yiğit evladı Adnan Menderes olur.

1952’lerde NATO toplantısı için gittiği Fransa da Paris Büyükelçisini yanına çağırarak; “Osmanoğulları Ailesinin Paris’te yaşıyor olması gerek. Bunlar ne yer, ne içer, ne ile geçinir?” diye sorar.

Büyükelçi’nin hanedan hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığını gören Menderes öfke ile;

“Sana 24 saat mühlet! Ya Osmanlı ailesinin adresi ile ya da istifanla gelirsin” der.

Elçi adresle gelir.

Hanedanın ziyaretine giden Menderes gördükleri karşısında deliye döner.

Devlet-i Aliye’nin ulu Hakanı Sultan Abdülhamit Han’ın 80 yaşındaki hanımı Şefika Sultan, 60 yaşındaki kızı Ayşe Sultan ve diğer Osmanlı hanımları Paris yakınlarında bir bulaşıkhanede Fransızların tabaklarını yıkamaktadırlar. Menderes gözyaşlarını tutamaz. Şefika Sultan’ın ellerine sarılır. “anne affet bizi, geç geldik” der. Ayşe sultan sürgünden otuz yıl sonra gördüğü bu vatan evladına;

“Sen kimsin?” diye sorar.

Menderes, “ben Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanıyım” der. “Ben başbakanım” sözünü duyan koca sultan sevinçten öyle bir çığlık atar ki kalbi duracak gibi olur, bayılır. Menderes Türkiye’ye döner dönmez doğruca Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a çıkar.

“Osmanlı hanımlarını bulaşık yıkarken gördüm. Onların Türkiye’ye dönmeleri için af kanunu çıkaracağım” der. Celal Bayar, “Adnan Bey sus! Sakın bu konuyu bir daha başka yerde açma, malum gazeteler tahrikiyle silahlı kuvvetlerin içindeki cunta Türkiye’de ihtilal yapar” der.

Menderes cebinden çıkardığı bir mektubu masanın üzerine bırakarak dışarı çıkar.

Celal Bayar mektubu açar.

“Analarının ve babalarının Fransa da hizmetçilik yaptığı bir ülkenin Başbakanı olmaktan utanç duyuyorum, istifamın kabulünü arz ederim. İmza: Adnan Menderes”

İstifadan vazgeçmesi için Menderes’e sabaha kadar yalvarılır.

Hanedan kadınlarının yurda dönmelerine izin verilmesi şartıyla vazgeçer istifadan.

İstanbul’ a dönenler arasında Sultan II. Abdülhamid’in hanımı ve kızı da vardır.

Bir sabah erken saatte Teşvikiye’deki evlerinin kapısı çalınır.

Kapıyı Abdülhamid’in kızı Ayşe Sultan açar.

Gelen kişi Başbakan Menderes’tir.

“Şayet kabul buyururlarsa Valide Sultan’ı görmek istiyorum.”

Başvekil, içeri buyur edilir. Salon tam bir Osmanlı evi gibi döşenmiştir.

Başında tülbent elinde tespihliyle zikrini tamamlayan Şefika Sultan;

“Berhudar olasın evlâdım, hoş geldiniz…” der Menderes’e.

O da, “Teşekkür ederim Valide hazretleri; hoş bulduk… ” diye karşılık verir. “Beyefendi, niçin önceden haberimiz olmadı? Böyle, hazırlıksız ve gâfil avlandık”

“Zararı yok efendim. Bendeniz elinizi öperek hayır duânızı almak ve bir ihtiyacınız olup olmadığını öğrenmek için geldim.” Ayrılırken daha sonraları Yassıada da onun da hesabının sorulduğu şişkince bir zarf bırakır.

***

Rüyaları, aşkları, zaferleri ile koca bir devir geride kaldı. Yaptığı camilerin kandillerini kendi elleriyle yakan, imarethanelerin ilk yemeğini fakir fukaraya kendi elleriyle dağıtan derviş ruhlu sultanlar devri kapandı.

Gurup edeli neredeyse bir asra yaklaşmasına rağmen batışı sonrasındaki aydınlıkla içimizi ısıtan güneşin ufkumuzdaki son ışığı da birkaç gün önce bütün bütün kayboldu.

Osman Gazi’nin rüya devleti son buldu.
[Resim: tuDth3z.jpg]

Yeni Şafak.

Hoşgeldin, Ziyaretçi

Sitemizden yararlanabilmek için kayıt olmalısınız.

Forumda Ara

Forum İstatistikleri

Toplam Üyeler 13
Son Üye delidumrul23
Toplam Konular 680
Toplam Yorumlar 684

Kimler Çevrimiçi

Şu anda 2 aktif kullanıcı var.
(0 Üye - 2 Ziyaretçi)

Son Yazılanlar

İki Türk Askerin Birinci ...

Son Yorum: delidumrul 02-02-2025, Saat:12:45 PM
Yorum 0 Okunma 313

Arjantin'de Enflasyon

Son Yorum: delidumrul 09-20-2024, Saat:07:18 PM
Yorum 0 Okunma 696

TÜRK ESİRLERİ YUNANLILARA...

Son Yorum: delidumrul 12-01-2019, Saat:11:30 PM
Yorum 0 Okunma 2,561

Seyit Onbaşının (Kocaseyi...

Son Yorum: merve 03-04-2019, Saat:09:59 AM
Yorum 0 Okunma 2,169

Osmanlı ordusunda bir Ven...

Son Yorum: ahmetsahin 02-04-2019, Saat:12:10 AM
Yorum 0 Okunma 2,352

KAĞIT BARDAK..

Son Yorum: mevthawk 01-02-2019, Saat:06:33 PM
Yorum 0 Okunma 2,667

Başkalarının olumsuz duyg...

Son Yorum: ahmetsahin 01-02-2019, Saat:06:21 PM
Yorum 0 Okunma 3,641

Nuri Killigil: Bir Türk S...

Son Yorum: gakko 08-07-2018, Saat:05:16 PM
Yorum 0 Okunma 2,996

Çocuklarımıza Yedirdiğimi...

Forum: SAĞLIK
Son Yorum: delidumrul 03-29-2018, Saat:12:22 AM
Yorum 0 Okunma 2,560

EŞİNİ DOĞRU SEÇ

Son Yorum: delidumrul 03-26-2018, Saat:06:55 PM
Yorum 0 Okunma 2,720
Task