Rivayet Edilirki Arjantin'de enflasyonu bahane eden bir yumurta satıcısı, yumurta kolisinin fiyatına %100 zam yapmıştı.
-"Artık daha fazla para kazanmanın zamanı geldi." diyordu. O sabah hüzünlü bir yüz ifadesiyle iş yerini açsa da aslında çok mutluydu. Zengin olamamasının nedenini hep dürüst olmasına bağlamıştı ama artık o güzel günler çok yakındaydı. Fakat yine de yaptığı zamdan dolayı üzgünmüş gibi yapmalıydı. Çok geçmeden her hafta bir koli yumurta alan müşterisi yine iş yerine gelmişti. Yaşlı kadın fiyatı görünce gözlerine inanamadı. Sebebini sorunca: -"Toptancılar zam yaptı efendim. Malum enflasyon da var, biz de haliyle fiyatları arttırdık." dedi. Yaşlı kadın bu duruma çok kızmıştı ve usulca koliyi tezgaha bıraktı. -"O zaman kalsın, ben yumurta yemeden de yaşarım. Yeter ki Arjantin bu zamdan etkilenmesin." dedi. Satıcı onun bu hareketi karşısında büyük bir kahkaha atmak istese de üzgünmüş gibi davranmaya devam etti. Lakin kadının bu cümlesi nasıl olduysa ülkede yayıldı ve kimse o hafta yumurta almadı. Ertesi gün yumurta toptancıları hem zam yapmaya devam etti hem de fiyatlar biraz daha artsın diyerek ürünlerin çoğunu soğuk hava depolarında stokladılar. Takip eden günlerde durum değişmemişti, fiyatlar artıyor ama tüm Arjantin halkı sanki aralarında anlaşmışlar gibi yumurta almamakta ısrar ediyordu. İkinci hafta toptancılar homurdanmaya başlasa da "Nasıl olsa bu zamlara alışacaklar ve mecburen yumurtaları gelip alacaklar!" dedi. Üçüncü hafta ülkede yumurta parakendicileri iş yapamadığı için yavaş yavaş kepenk kapatmaya başladı ve bunu toptancılar takip etti. Derken ülkede iflas etmeyen toptancı neredeyse kalmamıştı. Çiftlik sahipleri paralarını alamadıkları için onlar da hızla konkordato ilan etmeye başladı. Artık hepsi pişman olmuş ve aralarında bu durumu nasıl düzelteceklerini konuşmaya başlamışlardı. En iyisi bir televizyon kanalına çıkıp Arjantin halkından özür dilemek dediler ama sonuç değişmemişti. Ülkede ne grev ne de isyan vardı ama halk öylesine kenetlenmişti ki kimse bu özrü kabul etmedi ve yumurta almamaya devam etti. Beşinci Hafta toptancılar şu kararı aldı: "Hatamızı farkettik ve özrümüzü kabul etmeniz için de yumurtaları zamdan önceki fiyatın da yarısına indirme kararı aldık. Bizleri affetmelisiniz çünkü tavuklar ölmek üzere!" Bu bir gerçek hayat hikayesidir. Bu günlerde şekerin ve yağın fiyatı ne zaman yükselse aklıma hep Arjantin halkı geliyor. Acaba orada tavuklar hala yaşıyor mu?
Günümüzde bu kahraman Japon Yarbay Çomora (Yukichi Tsumura) ‘yı çok az insan tanır. Rusya‘nın Viladivostok limanından, İstanbul’a getirilen Türk esirleri taşıyan vapuru, Yunan yetkililer Midilli adasında durdurmuş, vapurda ki Türk esirlerin Yunanistan’a teslim edilmelerini istemişti. Türkleri Yunanlara Teslim Etmeyen Yarbay Çomora !
Ruslar I. Dünya Savaşı süresince Sarıkamış Harekâtında ve Galiçya Cephesinde devam eden büyüklü küçüklü muharebelerde Türk Ordusu’ndan 65 bin esir ele geçirmişlerdi. Türk esirleri Hazar Denizi’ndeki Nargin Adası’ndan Sibirya’daki Krasnoyarsk şehrine kadar oldukça geniş bir coğrafyada dağınık olarak tutulmuşlardı.
JAPONLAR VİLADİVOSTOK’A ASKER
Savaş sırasında İtilaf Devletleri yanında yer alan Japonya, Rusya’daki Bolşevik Devrimi’nin yol açtığı karışıklıklardan yararlanarak 1918 yılının Nisan ayında Viladivostok’a asker çıkarmış ve Trans–Sibirya demiryolu hattı boyunca Baykal Gölüne kadar olan bölgeye ilerlemişti.
TÜRK ESİRLERİN KADERİ JAPONYA’NIN ELİNDE
Japonya 4-6 Nisan 1920’de Viladivostok bölgesini tamamen kontrol altına aldığından bölgede bulunan Türk esirlerin kontrolü Japonya’ya geçmişti. Bu sırada Rusya‘nın iç kesimlerinden Türk esirlerinin bölgeye sevki ise devam etmekteydi.
OSMANLI DEVLETİ TÜRK ESİRLER İÇİN GİRİŞİMDE BULUNUYOR
Bu buhranlı hava içinde uluslararası arenada inisiyatifini kaybetmiş olan Osmanlı Devleti Rusya’da kalan esirleri için İstanbul’daki İngiliz Fevkalade Komiserliği’ne başvurmak zorunda kalmıştı.
İngiltere, Osmanlı Devleti’nin müracaatına 1919 sonlarına doğru cevap verdi ve İstanbul’a yapılacak seferin masrafları Türk hükümeti tarafından karşılanacak, Viladivostok’ta toplanan Türk esirleri Japon vapur şirketi Katsuva ile yapılan anlaşma neticesinde tahsis edilecek bir vapurla, Ağustos ya da Eylül ayında İstanbul’a ulaştırılacaktı. (Paranın havale edilmesi İngilizler tarafından bir yıl geciktirilmiştir)
JAPONYA HEYMEYMORO İSİMLİ VAPURU VİLADİVOSTOK LİMANINA GÖNDERDİ
Paranın gönderilmesinin hemen ardından 1921 yılının Şubat ayında Japon askeri yetkilileri, Türk esirlerini taşımak için Heymeymoro (Parlak Barış) isimli vapuru Viladivostok limanına gönderdiler. Vapura 1030 kişi binecekti. Bunların 12’si Türk esirlerinin orada evlendikleri eşleri, geriye kalan 1018’i ise Türk esiriydi. Vapura kaçak olarak binen Tatar gençleri de bulunuyordu.
Esirler, limana kol düzeninde şehrin çeşitli yerlerini selamlayarak, Türk bayrağı çekilen gemiye büyük bir disiplin içinde bindiler. Viladivostok limanında Çinliler, Japonlar, Amerikalılar, Koreliler ve Azerilerden oluşan halk topluluğu esirlerin örnek davranışlarını büyük bir ilgi içinde izlediler. Türk–Tatar Müslümanların “Anavatan’a bizden selam götürün”diye bağrışmaları ve “Selamet! Selamet!” sesleri ile Heymeymoro 23 Şubat 1921’de Viladivostok limanından hareket etti.
Heymeymoro vapurunun kaptanı Yarbay Çomora idi. Vapurda ayrıca bir Japon Yüzbaşı ve bir de doktor binbaşı bulunuyordu. Yolculuğun Viladivostok’tan İstanbul’a kadar 45 günde bitirilmesi planlanmıştı.
Vapur, hiçbir limana uğramadan Süveyş Kanalı üzerinden Akdeniz’e çıkacak ve doğrudan İstanbul’a gidecekti. Sadece Seylan Adası (Sri Lanka) ’nın Kolombo limanından su almak için duracaktı. Yiyecek olarak ise 50 gr. ekmek ve ölmeyecek kadar pirinç lapası bazen de ince bir dilim balık ve çay verilecekti. Bu şekilde 20.000 km’den fazla yol gidilecekti.
HEYMEYMORO MİDİLLİ ADASI ÖNLERİNDE YUNANİSTAN TARAFINDAN DURDURULUYOR
Heymeymoro vapuru Midilli Adası önüne geldikten sonra Yunan Hükümetini temsilen iki subay ve bir sivil vapura biner. Yunanlılar vapurda bulunan esirlerin tamamının kendilerine teslim edilmesini isterler.
Japon Yarbay Çomora mert bir askere yakışan bir yanıt verir: “Hükümetimden, bu yolcuların hepsini İtilaf Devletleri işgali altında bulunan İstanbul’daki Türk hükümetine teslim etmek emri aldım. Elimde bütün devletlerce kabul edilmiş ve imzalanmış bir de protokol var ve bu sebeple size Türkleri esir veremem.”
Bu cevap üzerine Yunan heyeti gider. Birkaç gün sonra ikinci bir heyet vapura gelir, Kaptan Çomora’dan aldıkları cevap yine aynıdır: “Hayır!”
Bundan sonrası Japon Yarbay Çomora ve Yunan temsilcileri arasında tam bir sinir harbine dönmüştür. Yunan heyet gemiye her geldiğinde biraz daha sert ve aksi cevaplar alırken gemiden sinirli ayrılırlar. Japon elçiliği de devreye girer ama sonuç yoktur. Türk esirler ise meraklı ve endişeli şekilde olayları takip ederken, kısıtlı imkânlara ve ağır gemi şartlarına katlanmak zorundadırlar.
HEYMEYMORO PİRE LİMANINA ÇEKİLİYOR
Yapılan görüşmeler sonuç vermemiştir. Yunanlılar gemiye hareket izni vermemekte, Japon Yarbay da Türk esirleri Yunan Hükümetine teslim etmemekte kararlıdır. 13 Nisan 1921 tarihinde geminin Midilli’den Pire limanına çektirilmesi uygun görülmüştür. Böylece Türk esirleri için ikinci esaret dönemi başlamıştır.
Bu uluslararası skandalı çözmek için de diplomatik faaliyetlere girişilmiştir. Yunan hükümetine vapurdaki esirlere muharip unsur olarak bakmanın yanlış olduğunu belirten 14 Nisan 1921 tarihli telgrafla uyaran Uluslararası Kızılhaç Teşkilatı’na, 17 Nisan 1921’de cevap veren Yunan Başbakanı Gunaris esirlerin İstanbul’a nakli konusunda Japon Hükümeti ile müzakerelerin devam ettiğini söyleyerek kaçamak ifadeler kullanmıştı.
YUNAN HEYETİ ISRARLA TÜRK ESİRLERİ İSTİYOR
Pire limanında da Yunan Hükümeti esirlerin kendilerine iadesini talep ederler. İki küçük rütbeli subaydan oluşan bir heyet, Japon Yarbay Çomora’ya gelir ve esirlerin teslim edilmesini isterler.
Yarbay Çomora askeri görgü kuralları gereği “ Benimle konuşacak zatın benim rütbemde bir asker olması lazım” diyerek gemiden kovar. Daha sonra gemiye bir yarbay ve bir binbaşıdan oluşan başka bir heyet gelir, Çomora onlara da: Bu vapur Japon vapuru ben de bir Japon askeriyim. Hükümetimden aldığım emir gereği Kızılhaç Örgütü’nün izin ve İtilaf Devletlerinin onayı üzerine bu esirleri İstanbul’a götürüp Türk makamlarına teslim etmekle görevliyim. Aynı zamanda bir asker olduğum için bu görevi yerine getirmeye mecburum. Yok, Yunan hükümeti derse ki bu esirleri sizden alırız; o takdirde önce bizleri sonra da Türkleri alırsınız! Yarbay Çomora
Japon gemisi ve mürettebatını esir almanın uluslararası yeni bir krize yol açacağını bilen Yunan Hükümeti böyle bir şeye cesaret edemese de gayri insani yollara başvurmaktan çekinmez.
Yunanlılar, hem Türkleri hem Japonları yıldırmak için gemiye erzak vermezler. Ne var ki ne Türklerde ne de Japonlarda yılgınlıktan eser vardır. Yarbay Çomora “Çok ümitliyim Yunanlılar sizleri elimizden kolay kolay alamayacaklardır.” diye ümit tazelemektedir.
Türk esirlerin Japon Yarbay’a güvenleri tamdır. Halil Ataman; “…umudumu kırmıyorum, Japonlar ayak direyecek ve bizleri Yunanlılara vermeyecekler” diyerek Yarbay Çomora’ya güvenlerini belirtmektedir. Bu kuvvetli ruh halinin, her geçen gün biraz daha ağırlaşan gemi şartlarında ne kadar daha süreceği belirsizdi.
Pire’de Türk esirlerin zorla tutulmasının üzerinden 5 ay geçmişti. Japonlar, Türkiye’ye götürmek üzere aldıkları esirleri İstanbul’a ulaştırmak için direnç gösterirken, Yunanlılar Heymeymoro vapurunun Pire’den ayrılmasına izin vermiyordu. Japonlar bu sıkıntılı sürece ve ağır gemi şartlarına dayanamamış, geminin ikinci kaptanı da dâhil çoğu hastalanıp Yunan hastanelerine kaldırılmıştı.
MİLLETLER CEMİYETİ DURUM İNCELEMESİ İÇİN HEYET GÖNDERDİ
Türk esirleri, Milletler Cemiyetine başvuruda bulunarak Heymeymoro’yu incelemek üzere bir sağlık heyetinin gemiye gönderilmesini sağlarlar. 1 Ağustos 1921’de incelemelere başlayan heyet üyeleri, gördükleri manzara karşısında şaşkına döner ve üzüntülerini gizleyemezler.
Muayeneler sonucunda malul sayılan 395 kişi, 6 Ağustos 1921’de, önceden büyük baş hayvan taşımak için kullanılan Olympos vapuru ile İstanbul’a gönderildiler.
31 Nisan 1921’den beri Pire’de tutulan Türk esirlerinin tarafsız bir ülke arazisine yollanmasına karar verildi. Varılan anlaşmaya göre sevk, iskân ve iaşe masraflarını Osmanlı Devleti karşılayacak, Türk kafilesi Türk– Yunan Harbi sonuna kadar İtalya’nın Asinara Adasında misafir edilecekti.
HEYMEYMORO PİRE LİMANINDAN AYRILARAK ASİNARA ADASINA GİTTİ
Heymeymoro ve taşıdığı 620 Türk esiri 13 Ekim 1921’de Pire’den ayrılarak 17 Ekim 1921 tarihinde Sardunya Adası’nın Porto Torrres limanına vardılar. Japonya’nın Roma Askeri Ataşesi bizzat Asinara Adasına gelerek Türklere ne kadar değer verdiğini gösterdi.
18 Ekim sabahı Asinara Adası’na varan Türk esirleri derme çatma bir iskeleden karaya çıkarlar. Viladivostok’tan beri esir Türk gazilerinin kaptanlıklarını yapan, Türkleri Yunanlara Teslim Etmeyen Yarbay Çomora kader arkadaşlarına hüzünlü bir veda konuşması yaptı; Arkadaşlar sizi, siz Türkleri tanımış olmak benim için hayatım boyunca taşıyacağım çok canlı ve daima yaşayan bir şeref ve iftihar vesilesi olacaktır. Siz Türkleri tanımış olma fırsatına nail olduğum için çok bahtiyarım. Sizlerde çok üstün bir seciye (ahlak) ve karakter, aynı zamanda fazilet gördüm. Bu söylediklerim bilmüşahade (gözlemlerime dayanarak) duygularımın kendisidir. İşte bu görüşüm bana şu gerçekleri söyletiyor: Sizler insanlığın öğüneceği bir üstün insansınız. Bütün iyi ve en iyi vasıflar sizdedir. Sizle büyük şayanı hürmet bir milletin çocukları olduğunuzu fiilen ispat ettiniz. Bu gerçeğin yegâne şahidi benim. Sizlerle geçirdiğim tam sekiz aylık süre, bana çok kıymetli hayati mevzular öğretti. Şimdi burada sizleri müjdelemek değil, olanı ve yarınlarda olacağı söylemek istiyorum: Yaşamak, var olmak sizin ve siz ayardakilerin hakkıdır. En şayanı hürmet, kendine inanılır, güvenilir, en yüksek ahlaka sahip, yaşamaya en çok layık olan bir milletsiziniz. Bugün memleketinizin giriştiği mücadele, zaferle sona erecektir. Çünkü var olmak ve yaşamak isteyen sizsiniz; Türk milletidir. Yakından gördüğüm kaypak ve kahpe milletler size dem vuramaz. Parlak yarınlar sizindir. Sizler sevdiğiniz vatanınıza götüremediğim için çok üzgünüm ve müteessirim. Çünkü sizleri bu ıssız, insansız, vahşi ve kötü görünüşlü bir yere indirdik. Umarım, bu yerden de kurtulursunuz. Şimdi en iyi dileklerimle hepinizi selamlarım.
ASİNARA ADAS’NA YERLEŞEN TÜRK ESİRLERİ
Sibirya’nın soğuğunda esir kamplarında açlık ve her türlü sefaletin içinde ölüm kalım savaşı veren Türk esirlerini Asinara Adasında da sıcak, susuzluk, hastalık ve kötü yaşam şartları bekliyordu. İtalyanların ağır suçlular için sürgün ve salgın hastalıklar için de karantina merkezi olarak kullandıkları bu adada yetişen sebze, meyve et ve süt ürünleri ülkeye sokulmuyordu.
Denizde köpek balıkları, karada ise zehirli yılanlarla kuşatılan esir gazilerimiz buraya sekiz ay kadar katlanmak zorundaydılar. Ne yazık ki bazıları vatan toprağının kokusunu alacak kadar memlekete yaklaşmalarına rağmen yılan sokması ve hastalık yüzünden Asinara Adasında şahadet şerbetini içmiş, adaya defnedilmiştir.
Nihayet Milletler Cemiyet ve Türk Kızılay’ının çalışmalarıyla 19 Haziran 1922 tarihinde Ümit Vapuru ile İstanbul’a doğru seyre çıktılar. 25 Haziran 1922’de yedi buçuk yıllık esaret hayatı bitmiş, sırada fazlası ile özgürlüğü anavatanda kucaklamak kalmıştı.
Kaynak: www.dzkk.tsk.tr
Halil Ataman, Esaret Yılları,281-282. Türkleri Yunanlara Teslim Etmeyen Yarbay Çomora
Ruslar I. Dünya Savaşı süresince Sarıkamış Harekâtında ve Galiçya Cephesinde devam eden büyüklü küçüklü muharebelerde Türk Ordusu’ndan 65 bin esir ele geçirmişlerdi. Türk esirleri Hazar Denizi’ndeki Nargin Adası’ndan Sibirya’daki Krasnoyarsk şehrine kadar oldukça geniş bir coğrafyada dağınık olarak tutulmuşlardı.
JAPONLAR VİLADİVOSTOK’A ASKER
Savaş sırasında İtilaf Devletleri yanında yer alan Japonya, Rusya’daki Bolşevik Devrimi’nin yol açtığı karışıklıklardan yararlanarak 1918 yılının Nisan ayında Viladivostok’a asker çıkarmış ve Trans–Sibirya demiryolu hattı boyunca Baykal Gölüne kadar olan bölgeye ilerlemişti.
TÜRK ESİRLERİN KADERİ JAPONYA’NIN ELİNDE
Japonya 4-6 Nisan 1920’de Viladivostok bölgesini tamamen kontrol altına aldığından bölgede bulunan Türk esirlerin kontrolü Japonya’ya geçmişti. Bu sırada Rusya‘nın iç kesimlerinden Türk esirlerinin bölgeye sevki ise devam etmekteydi.
OSMANLI DEVLETİ TÜRK ESİRLER İÇİN GİRİŞİMDE BULUNUYOR
Bu buhranlı hava içinde uluslararası arenada inisiyatifini kaybetmiş olan Osmanlı Devleti Rusya’da kalan esirleri için İstanbul’daki İngiliz Fevkalade Komiserliği’ne başvurmak zorunda kalmıştı.
İngiltere, Osmanlı Devleti’nin müracaatına 1919 sonlarına doğru cevap verdi ve İstanbul’a yapılacak seferin masrafları Türk hükümeti tarafından karşılanacak, Viladivostok’ta toplanan Türk esirleri Japon vapur şirketi Katsuva ile yapılan anlaşma neticesinde tahsis edilecek bir vapurla, Ağustos ya da Eylül ayında İstanbul’a ulaştırılacaktı. (Paranın havale edilmesi İngilizler tarafından bir yıl geciktirilmiştir)
JAPONYA HEYMEYMORO İSİMLİ VAPURU VİLADİVOSTOK LİMANINA GÖNDERDİ
Paranın gönderilmesinin hemen ardından 1921 yılının Şubat ayında Japon askeri yetkilileri, Türk esirlerini taşımak için Heymeymoro (Parlak Barış) isimli vapuru Viladivostok limanına gönderdiler. Vapura 1030 kişi binecekti. Bunların 12’si Türk esirlerinin orada evlendikleri eşleri, geriye kalan 1018’i ise Türk esiriydi. Vapura kaçak olarak binen Tatar gençleri de bulunuyordu.
Esirler, limana kol düzeninde şehrin çeşitli yerlerini selamlayarak, Türk bayrağı çekilen gemiye büyük bir disiplin içinde bindiler. Viladivostok limanında Çinliler, Japonlar, Amerikalılar, Koreliler ve Azerilerden oluşan halk topluluğu esirlerin örnek davranışlarını büyük bir ilgi içinde izlediler. Türk–Tatar Müslümanların “Anavatan’a bizden selam götürün”diye bağrışmaları ve “Selamet! Selamet!” sesleri ile Heymeymoro 23 Şubat 1921’de Viladivostok limanından hareket etti.
Heymeymoro vapurunun kaptanı Yarbay Çomora idi. Vapurda ayrıca bir Japon Yüzbaşı ve bir de doktor binbaşı bulunuyordu. Yolculuğun Viladivostok’tan İstanbul’a kadar 45 günde bitirilmesi planlanmıştı.
Vapur, hiçbir limana uğramadan Süveyş Kanalı üzerinden Akdeniz’e çıkacak ve doğrudan İstanbul’a gidecekti. Sadece Seylan Adası (Sri Lanka) ’nın Kolombo limanından su almak için duracaktı. Yiyecek olarak ise 50 gr. ekmek ve ölmeyecek kadar pirinç lapası bazen de ince bir dilim balık ve çay verilecekti. Bu şekilde 20.000 km’den fazla yol gidilecekti.
HEYMEYMORO MİDİLLİ ADASI ÖNLERİNDE YUNANİSTAN TARAFINDAN DURDURULUYOR
Heymeymoro vapuru Midilli Adası önüne geldikten sonra Yunan Hükümetini temsilen iki subay ve bir sivil vapura biner. Yunanlılar vapurda bulunan esirlerin tamamının kendilerine teslim edilmesini isterler.
Japon Yarbay Çomora mert bir askere yakışan bir yanıt verir: “Hükümetimden, bu yolcuların hepsini İtilaf Devletleri işgali altında bulunan İstanbul’daki Türk hükümetine teslim etmek emri aldım. Elimde bütün devletlerce kabul edilmiş ve imzalanmış bir de protokol var ve bu sebeple size Türkleri esir veremem.”
Bu cevap üzerine Yunan heyeti gider. Birkaç gün sonra ikinci bir heyet vapura gelir, Kaptan Çomora’dan aldıkları cevap yine aynıdır: “Hayır!”
Bundan sonrası Japon Yarbay Çomora ve Yunan temsilcileri arasında tam bir sinir harbine dönmüştür. Yunan heyet gemiye her geldiğinde biraz daha sert ve aksi cevaplar alırken gemiden sinirli ayrılırlar. Japon elçiliği de devreye girer ama sonuç yoktur. Türk esirler ise meraklı ve endişeli şekilde olayları takip ederken, kısıtlı imkânlara ve ağır gemi şartlarına katlanmak zorundadırlar.
HEYMEYMORO PİRE LİMANINA ÇEKİLİYOR
Yapılan görüşmeler sonuç vermemiştir. Yunanlılar gemiye hareket izni vermemekte, Japon Yarbay da Türk esirleri Yunan Hükümetine teslim etmemekte kararlıdır. 13 Nisan 1921 tarihinde geminin Midilli’den Pire limanına çektirilmesi uygun görülmüştür. Böylece Türk esirleri için ikinci esaret dönemi başlamıştır.
Bu uluslararası skandalı çözmek için de diplomatik faaliyetlere girişilmiştir. Yunan hükümetine vapurdaki esirlere muharip unsur olarak bakmanın yanlış olduğunu belirten 14 Nisan 1921 tarihli telgrafla uyaran Uluslararası Kızılhaç Teşkilatı’na, 17 Nisan 1921’de cevap veren Yunan Başbakanı Gunaris esirlerin İstanbul’a nakli konusunda Japon Hükümeti ile müzakerelerin devam ettiğini söyleyerek kaçamak ifadeler kullanmıştı.
YUNAN HEYETİ ISRARLA TÜRK ESİRLERİ İSTİYOR
Pire limanında da Yunan Hükümeti esirlerin kendilerine iadesini talep ederler. İki küçük rütbeli subaydan oluşan bir heyet, Japon Yarbay Çomora’ya gelir ve esirlerin teslim edilmesini isterler.
Yarbay Çomora askeri görgü kuralları gereği “ Benimle konuşacak zatın benim rütbemde bir asker olması lazım” diyerek gemiden kovar. Daha sonra gemiye bir yarbay ve bir binbaşıdan oluşan başka bir heyet gelir, Çomora onlara da: Bu vapur Japon vapuru ben de bir Japon askeriyim. Hükümetimden aldığım emir gereği Kızılhaç Örgütü’nün izin ve İtilaf Devletlerinin onayı üzerine bu esirleri İstanbul’a götürüp Türk makamlarına teslim etmekle görevliyim. Aynı zamanda bir asker olduğum için bu görevi yerine getirmeye mecburum. Yok, Yunan hükümeti derse ki bu esirleri sizden alırız; o takdirde önce bizleri sonra da Türkleri alırsınız! Yarbay Çomora
Japon gemisi ve mürettebatını esir almanın uluslararası yeni bir krize yol açacağını bilen Yunan Hükümeti böyle bir şeye cesaret edemese de gayri insani yollara başvurmaktan çekinmez.
Yunanlılar, hem Türkleri hem Japonları yıldırmak için gemiye erzak vermezler. Ne var ki ne Türklerde ne de Japonlarda yılgınlıktan eser vardır. Yarbay Çomora “Çok ümitliyim Yunanlılar sizleri elimizden kolay kolay alamayacaklardır.” diye ümit tazelemektedir.
Türk esirlerin Japon Yarbay’a güvenleri tamdır. Halil Ataman; “…umudumu kırmıyorum, Japonlar ayak direyecek ve bizleri Yunanlılara vermeyecekler” diyerek Yarbay Çomora’ya güvenlerini belirtmektedir. Bu kuvvetli ruh halinin, her geçen gün biraz daha ağırlaşan gemi şartlarında ne kadar daha süreceği belirsizdi.
Pire’de Türk esirlerin zorla tutulmasının üzerinden 5 ay geçmişti. Japonlar, Türkiye’ye götürmek üzere aldıkları esirleri İstanbul’a ulaştırmak için direnç gösterirken, Yunanlılar Heymeymoro vapurunun Pire’den ayrılmasına izin vermiyordu. Japonlar bu sıkıntılı sürece ve ağır gemi şartlarına dayanamamış, geminin ikinci kaptanı da dâhil çoğu hastalanıp Yunan hastanelerine kaldırılmıştı.
MİLLETLER CEMİYETİ DURUM İNCELEMESİ İÇİN HEYET GÖNDERDİ
Türk esirleri, Milletler Cemiyetine başvuruda bulunarak Heymeymoro’yu incelemek üzere bir sağlık heyetinin gemiye gönderilmesini sağlarlar. 1 Ağustos 1921’de incelemelere başlayan heyet üyeleri, gördükleri manzara karşısında şaşkına döner ve üzüntülerini gizleyemezler.
Muayeneler sonucunda malul sayılan 395 kişi, 6 Ağustos 1921’de, önceden büyük baş hayvan taşımak için kullanılan Olympos vapuru ile İstanbul’a gönderildiler.
31 Nisan 1921’den beri Pire’de tutulan Türk esirlerinin tarafsız bir ülke arazisine yollanmasına karar verildi. Varılan anlaşmaya göre sevk, iskân ve iaşe masraflarını Osmanlı Devleti karşılayacak, Türk kafilesi Türk– Yunan Harbi sonuna kadar İtalya’nın Asinara Adasında misafir edilecekti.
HEYMEYMORO PİRE LİMANINDAN AYRILARAK ASİNARA ADASINA GİTTİ
Heymeymoro ve taşıdığı 620 Türk esiri 13 Ekim 1921’de Pire’den ayrılarak 17 Ekim 1921 tarihinde Sardunya Adası’nın Porto Torrres limanına vardılar. Japonya’nın Roma Askeri Ataşesi bizzat Asinara Adasına gelerek Türklere ne kadar değer verdiğini gösterdi.
18 Ekim sabahı Asinara Adası’na varan Türk esirleri derme çatma bir iskeleden karaya çıkarlar. Viladivostok’tan beri esir Türk gazilerinin kaptanlıklarını yapan, Türkleri Yunanlara Teslim Etmeyen Yarbay Çomora kader arkadaşlarına hüzünlü bir veda konuşması yaptı; Arkadaşlar sizi, siz Türkleri tanımış olmak benim için hayatım boyunca taşıyacağım çok canlı ve daima yaşayan bir şeref ve iftihar vesilesi olacaktır. Siz Türkleri tanımış olma fırsatına nail olduğum için çok bahtiyarım. Sizlerde çok üstün bir seciye (ahlak) ve karakter, aynı zamanda fazilet gördüm. Bu söylediklerim bilmüşahade (gözlemlerime dayanarak) duygularımın kendisidir. İşte bu görüşüm bana şu gerçekleri söyletiyor: Sizler insanlığın öğüneceği bir üstün insansınız. Bütün iyi ve en iyi vasıflar sizdedir. Sizle büyük şayanı hürmet bir milletin çocukları olduğunuzu fiilen ispat ettiniz. Bu gerçeğin yegâne şahidi benim. Sizlerle geçirdiğim tam sekiz aylık süre, bana çok kıymetli hayati mevzular öğretti. Şimdi burada sizleri müjdelemek değil, olanı ve yarınlarda olacağı söylemek istiyorum: Yaşamak, var olmak sizin ve siz ayardakilerin hakkıdır. En şayanı hürmet, kendine inanılır, güvenilir, en yüksek ahlaka sahip, yaşamaya en çok layık olan bir milletsiziniz. Bugün memleketinizin giriştiği mücadele, zaferle sona erecektir. Çünkü var olmak ve yaşamak isteyen sizsiniz; Türk milletidir. Yakından gördüğüm kaypak ve kahpe milletler size dem vuramaz. Parlak yarınlar sizindir. Sizler sevdiğiniz vatanınıza götüremediğim için çok üzgünüm ve müteessirim. Çünkü sizleri bu ıssız, insansız, vahşi ve kötü görünüşlü bir yere indirdik. Umarım, bu yerden de kurtulursunuz. Şimdi en iyi dileklerimle hepinizi selamlarım.
ASİNARA ADAS’NA YERLEŞEN TÜRK ESİRLERİ
Sibirya’nın soğuğunda esir kamplarında açlık ve her türlü sefaletin içinde ölüm kalım savaşı veren Türk esirlerini Asinara Adasında da sıcak, susuzluk, hastalık ve kötü yaşam şartları bekliyordu. İtalyanların ağır suçlular için sürgün ve salgın hastalıklar için de karantina merkezi olarak kullandıkları bu adada yetişen sebze, meyve et ve süt ürünleri ülkeye sokulmuyordu.
Denizde köpek balıkları, karada ise zehirli yılanlarla kuşatılan esir gazilerimiz buraya sekiz ay kadar katlanmak zorundaydılar. Ne yazık ki bazıları vatan toprağının kokusunu alacak kadar memlekete yaklaşmalarına rağmen yılan sokması ve hastalık yüzünden Asinara Adasında şahadet şerbetini içmiş, adaya defnedilmiştir.
Nihayet Milletler Cemiyet ve Türk Kızılay’ının çalışmalarıyla 19 Haziran 1922 tarihinde Ümit Vapuru ile İstanbul’a doğru seyre çıktılar. 25 Haziran 1922’de yedi buçuk yıllık esaret hayatı bitmiş, sırada fazlası ile özgürlüğü anavatanda kucaklamak kalmıştı.
Kaynak: www.dzkk.tsk.tr
Halil Ataman, Esaret Yılları,281-282. Türkleri Yunanlara Teslim Etmeyen Yarbay Çomora
Köyünde onu herkes öldü bilmektedir.
Çanakkale’den Havran’daki köyüne kadar 145 kilometreyi 13 günde yayan yürür.
Geldiğinde evine giremez. Çünkü 9 yılda belki karısı, yeniden evlenmiş olabilir. Akşamdan geldiği evini sabaha kadar göz hapsine alır. Sabah koyunları çıkarmak için gelen bir akrabası ile karşılaşır.
“-Sen kimsin?
-Ben Seyidim.
-Biz seni öldü biliyoruz.
-İşte sağ döndüm. Benim hanım evli mi?
-Hayır evli değil. Bir çocuğun var içeride, çocuğu korkutursun. Bağırarak git, haberi olsun.”
Kapıdan eşinin ismini seslenir. 8 yaşında bir kız çocuğu kapıya gelir. “Anne” diyor, “kapıda sakallı biri var korktum.” Annesi geliyor kapıya bakıyor ki, adamı. “Korkma kızım o senin baban.”
Ve 9 yıl sonra kızıyla böyle tanışıyor.
O kız, sonradan nine olduğunda torunlarına, “Baba deyip de bir müddet kucağına oturamazdım” der.
***
Kocaseyit namı, Seyit Ali Çabuk tam adı.
Çanakkale’de 276 kiloluk top mermisini tek başına sırtlayıp İngiliz zırhlısını vuran kahraman.
1889'da Balıkesir'in Havran ilçesine bağlı bir orman köyü olan Manastır köyünde doğan Seyit Ali, Yörük çocuğudur.
Mavi gözlü ve ufak tefektir.
Gariban Anadolu köylüsü.
Keçi güder arada kaçak odun kömürü yapar satar.
1909’da askere gider.
1912’de Balkan Savaşı’na katılır.
1914’te Birinci Dünya Savaşı başlayınca Çanakkale cephesinde topçu eri olarak bulundu.
18 Mart1915'te Müttefik donanması Çanakkale Boğazı'nı geçmek için saldırıya geçti. Bu sırada Seyit Ali, Rumeli Mecidiye Tabyası'nda görevlidir.
(Savaşın en kritik anlarından birinde Queen Elizabeth zırhlısından atılan bir top mermisi Mecidiye Tabyası'na isabet eder. Mecidiye Tabyası'nın pozisyonu çok kritiktir. Boğazdan geçen düşman savaş gemilerini vurmak üzere oradadır. Ve hedef alınan tabyada geriye sadece iki er ve tabya komutanı kalmıştır. Bu erlerden bir tanesi Seyit Ali Çabuk'tur.
Seyit, 276 kiloluk bir mermiyi, mataforası yani vinci bozuk olan topçu bataryasına tek başına sırtlayarak yerleştirmeyi başarır.
Ve Ocean gemisini dümen sisteminden vurmayı başarır. Ocean daha sonra sürüklenir ve Nusrat’ın döşediği mayınlardan birine çarparak batar.
Bu başarısından ötürü onbaşı rütbesine yükseltilmiş bir de ödül olarak çift tayın verilmiş.
O da bir hafta sonra kursağından geçmeyince istememiş.
Seyit Ali, 1909'da gittiği askerden, 1918'de onbaşı olarak döner.
1915’teki zaferden sonra 3 yıl daha Çanakkale’de askerliğe devam eder.
1918’de terhis olur.
BİR TEK ATATÜRK HATIRLAR
Kocaseyit, harpten döndükten sonra burada köyünde kimseye savaş ile ilgili bir şey anlatmaz. 9 yılda yaşadıklarını kendine saklar. Kolay değil, yaşanan olaylar, büyük travmalar yaratmıştır muhtemelen. 1929’da Gazi Mustafa Kemal Atatürk, bir açılış için Havran'a gelir. Açılıştan sonra Havran Nahiye Müdürü’ne der ki, “Burada bir Seyit Onbaşı olacaktı onu görmem lazım.”
Ancak Havran Nahiye Müdürü, Seyit Onbaşı’nın hangi köyde olduğunu bilmez. “Buluruz tabii Paşam” deyip, Edremit askerlik şubesinden Seyit’i sordurur. Manastır köyünde bulunur. Şubeden 2 jandarma görevlendirilip salınır. Sabah çıkan jandarmalar akşamüstü köye gelir. Kocaseyit, dağa kömüre gitmiştir. Jandarmalar evinin önünde akşama dek bekler. Akşam geç saatte evine gelen Seyit, jandarmayı görünce, kaçak kömür için geldiklerini sanır. Ama bozuntuya vermez. Askerlere “suçum ne ki” diye sorar. “Hayır, suçun yok biz seni bekliyoruz. Seni Paşa çağırıyor.” Seyit, sevinir.
Gece yarısı vardıklarında nahiye müdürü, Seyit’i perişan vaziyette görünce, önce onu bir güzel yıkatır, berberde saç sakal traşı yaptırır. Sabah da elbisesini verir. Atatürk’ün yanına çıktığında, biraz sohbetten sonra Paşa ‘ne istersen, iste sen büyük kahramanlık yaptın’ der.
Maaş bağlatılmasını teklif eder. Seyit Ali, “Hayır paşam" demiş, "biz görevimizi yaptık maaş için değil” der. Tek bir isteği olur Atatürk’ten, “Ben dağda kaçak odunla kömür imal ediyorum. Havran ve Edremit'te gece kaçak satıyorum. Senin emrinle o dağdaki ormancılar baltamı almasa. Rahat çalışsam, maaş da istemem”
Atatürk, nahiye müdürüne talimat verir, Seyit’e dokunulmasın diye.
Ancak iki yıl sonra yeni gelen nahiye müdürü bu emri uygulamaz, Seyit’e pek rahat verilmez.
Seyit Ali Onbaşı, bir süre daha dağda odun kömürü yapar.
Yaşlanmaya başlayınca zorlanır, Havran’da bir fabrikada hamallığa başlar.
Seyit Ali Çabuk, 1939'da 50 yaşındayken, zatürreye yakalanır ve yaşamını yitirir.
Köyündeki mezara gömülür.
Kocaseyit'in köyü, hala yoksul...
Yüze yakın torununun yaşadığı Kocaseyit Köyü (köyün adı sonradan Çamlık, 1990’da da Kocaseyit olmuştur), büyük oranda elektriksiz ve susuz.
Aynı dedeleri Kocaseyit gibi.
Kocaseyit’in öyküsü, bir yerde Türkiye’nin tüm kahramanlarının öyküsüdür.
(Alıntı)
Çanakkale’den Havran’daki köyüne kadar 145 kilometreyi 13 günde yayan yürür.
Geldiğinde evine giremez. Çünkü 9 yılda belki karısı, yeniden evlenmiş olabilir. Akşamdan geldiği evini sabaha kadar göz hapsine alır. Sabah koyunları çıkarmak için gelen bir akrabası ile karşılaşır.
“-Sen kimsin?
-Ben Seyidim.
-Biz seni öldü biliyoruz.
-İşte sağ döndüm. Benim hanım evli mi?
-Hayır evli değil. Bir çocuğun var içeride, çocuğu korkutursun. Bağırarak git, haberi olsun.”
Kapıdan eşinin ismini seslenir. 8 yaşında bir kız çocuğu kapıya gelir. “Anne” diyor, “kapıda sakallı biri var korktum.” Annesi geliyor kapıya bakıyor ki, adamı. “Korkma kızım o senin baban.”
Ve 9 yıl sonra kızıyla böyle tanışıyor.
O kız, sonradan nine olduğunda torunlarına, “Baba deyip de bir müddet kucağına oturamazdım” der.
***
Kocaseyit namı, Seyit Ali Çabuk tam adı.
Çanakkale’de 276 kiloluk top mermisini tek başına sırtlayıp İngiliz zırhlısını vuran kahraman.
1889'da Balıkesir'in Havran ilçesine bağlı bir orman köyü olan Manastır köyünde doğan Seyit Ali, Yörük çocuğudur.
Mavi gözlü ve ufak tefektir.
Gariban Anadolu köylüsü.
Keçi güder arada kaçak odun kömürü yapar satar.
1909’da askere gider.
1912’de Balkan Savaşı’na katılır.
1914’te Birinci Dünya Savaşı başlayınca Çanakkale cephesinde topçu eri olarak bulundu.
18 Mart1915'te Müttefik donanması Çanakkale Boğazı'nı geçmek için saldırıya geçti. Bu sırada Seyit Ali, Rumeli Mecidiye Tabyası'nda görevlidir.
(Savaşın en kritik anlarından birinde Queen Elizabeth zırhlısından atılan bir top mermisi Mecidiye Tabyası'na isabet eder. Mecidiye Tabyası'nın pozisyonu çok kritiktir. Boğazdan geçen düşman savaş gemilerini vurmak üzere oradadır. Ve hedef alınan tabyada geriye sadece iki er ve tabya komutanı kalmıştır. Bu erlerden bir tanesi Seyit Ali Çabuk'tur.
Seyit, 276 kiloluk bir mermiyi, mataforası yani vinci bozuk olan topçu bataryasına tek başına sırtlayarak yerleştirmeyi başarır.
Ve Ocean gemisini dümen sisteminden vurmayı başarır. Ocean daha sonra sürüklenir ve Nusrat’ın döşediği mayınlardan birine çarparak batar.
Bu başarısından ötürü onbaşı rütbesine yükseltilmiş bir de ödül olarak çift tayın verilmiş.
O da bir hafta sonra kursağından geçmeyince istememiş.
Seyit Ali, 1909'da gittiği askerden, 1918'de onbaşı olarak döner.
1915’teki zaferden sonra 3 yıl daha Çanakkale’de askerliğe devam eder.
1918’de terhis olur.
BİR TEK ATATÜRK HATIRLAR
Kocaseyit, harpten döndükten sonra burada köyünde kimseye savaş ile ilgili bir şey anlatmaz. 9 yılda yaşadıklarını kendine saklar. Kolay değil, yaşanan olaylar, büyük travmalar yaratmıştır muhtemelen. 1929’da Gazi Mustafa Kemal Atatürk, bir açılış için Havran'a gelir. Açılıştan sonra Havran Nahiye Müdürü’ne der ki, “Burada bir Seyit Onbaşı olacaktı onu görmem lazım.”
Ancak Havran Nahiye Müdürü, Seyit Onbaşı’nın hangi köyde olduğunu bilmez. “Buluruz tabii Paşam” deyip, Edremit askerlik şubesinden Seyit’i sordurur. Manastır köyünde bulunur. Şubeden 2 jandarma görevlendirilip salınır. Sabah çıkan jandarmalar akşamüstü köye gelir. Kocaseyit, dağa kömüre gitmiştir. Jandarmalar evinin önünde akşama dek bekler. Akşam geç saatte evine gelen Seyit, jandarmayı görünce, kaçak kömür için geldiklerini sanır. Ama bozuntuya vermez. Askerlere “suçum ne ki” diye sorar. “Hayır, suçun yok biz seni bekliyoruz. Seni Paşa çağırıyor.” Seyit, sevinir.
Gece yarısı vardıklarında nahiye müdürü, Seyit’i perişan vaziyette görünce, önce onu bir güzel yıkatır, berberde saç sakal traşı yaptırır. Sabah da elbisesini verir. Atatürk’ün yanına çıktığında, biraz sohbetten sonra Paşa ‘ne istersen, iste sen büyük kahramanlık yaptın’ der.
Maaş bağlatılmasını teklif eder. Seyit Ali, “Hayır paşam" demiş, "biz görevimizi yaptık maaş için değil” der. Tek bir isteği olur Atatürk’ten, “Ben dağda kaçak odunla kömür imal ediyorum. Havran ve Edremit'te gece kaçak satıyorum. Senin emrinle o dağdaki ormancılar baltamı almasa. Rahat çalışsam, maaş da istemem”
Atatürk, nahiye müdürüne talimat verir, Seyit’e dokunulmasın diye.
Ancak iki yıl sonra yeni gelen nahiye müdürü bu emri uygulamaz, Seyit’e pek rahat verilmez.
Seyit Ali Onbaşı, bir süre daha dağda odun kömürü yapar.
Yaşlanmaya başlayınca zorlanır, Havran’da bir fabrikada hamallığa başlar.
Seyit Ali Çabuk, 1939'da 50 yaşındayken, zatürreye yakalanır ve yaşamını yitirir.
Köyündeki mezara gömülür.
Kocaseyit'in köyü, hala yoksul...
Yüze yakın torununun yaşadığı Kocaseyit Köyü (köyün adı sonradan Çamlık, 1990’da da Kocaseyit olmuştur), büyük oranda elektriksiz ve susuz.
Aynı dedeleri Kocaseyit gibi.
Kocaseyit’in öyküsü, bir yerde Türkiye’nin tüm kahramanlarının öyküsüdür.
(Alıntı)
I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Ordusu’nda askeri uzman olarak görev yapmış, ihtilâlci bir ruh taşıyan asker, maceraperest ve seyyah Rafael de Nogales Mendez, 14 Ekim 1877'de Venezuella'nın San Cristobal şehrinde doğmuştur. Babası Pedro Felipe Indxauspe Cordero, annesi Maria Josefa Mendez Brito’dur.
İlk gençlik yıllarından itibaren savaş sanatı üzerine özel dersler almış ve ailesi tarafından eğitim görmesi için Almanya'ya gönderilmiştir. Çocukluğu Almanya'da geçmiş ve eğitiminin büyük kısmını orada tamamlamıştır. Bir süre sonra Barcelona ve Louvain üniversitelerinde, felsefe, edebiyat ve fen bilimleri okumuş, askeri eğitimini ise Belçika Kraliyet Harp Okulu'nda yapmıştır. On yedi yaşında, asteğmen rütbesiyle İspanyol ordusuna girmiş, 1898’de Amerika Birleşik Devletleri kuvvetlerine karşı savaşmıştır. Meksika Devrimi'ne katılmış; Nikaragua'da Sandinistlerin yanında, Venezüella'da diktatörlüğün karşısında yer almıştır.
1898 savaşı sonrasında bir süre Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşayan ve geçimini hayvancılık yaparak sağlayan Nogales, kumar masasında çıkan tartışma esnasında, bir cinayete karışması sonrasında bu ülkeden ayrılmıştır. 1903 yılında Çin'e gitmiş, Macao, Hong-Kong, Kore'de ve Port Arthur'da İngiliz casusları hesabına çalışarak Japonya yararına istihbarat ve karşı istihbarat faaliyetlerinde bulunmuştur.
1914 yılında Birinci Dünya Savaşı çıktığında, öncelikle Belçika ve Fransa'ya hizmet etmek istemişse de, iki ülke yetkililerinin, Nogales'in milliyetini değiştirmesini ya da yabancı lejyonunda görev yapmasını şart koşmaları üzerine, bu ülkeler nezdindeki teşebbüsleri bir netice vermemiştir. Aynı dönemde Bulgaristan'da Alman Ataşemiliteri olarak görev yapan, Binbaşı Von Der Goltz ile Türk Ortaelçisi Fethi Bey'le (Okyar) tanışan bu maceraperest subay, onların tavsiyeleri üzerine Osmanlı İmparatorluğuna gönderilen Alman askeri uzmanlarıyla birlikte 1915 yılının Ocak ayında İstanbul'a gelmiştir.
Nogales, üç hafta kadar başkentte kalmış aynı yılın Şubat ayı başında III. Ordu emrine atanmış ve 12 Şubat 1915 günü Haydarpaşa garından hareketle verdiği şeref sözü altında savaşmak üzere Doğu cephesine doğru yola çıkmıştır. Rafael de Nogales Mendez, geldiği tarihten 1919 yılına kadar, Osmanlı Ordusu’nda önce Yüzbaşı, daha sonra Binbaşı olarak görev yapmıştır.
Nogales, 1915 yılında atandığı Doğu cephesindeki vazifesi sonrasında, 1917 yılında Güney cephesi 3. Süvari Tümeni emrine verilmiştir. Osmanlı ülkesinde bulunduğu zaman zarfında Türkçe de öğrenmiş, imparatorluğun son dönemlerine tanık olmuş ve katıldığı muharebelerde özveriyle savaşmıştır. Bir Osmanlı gibi davranmış ve duygularını: "Hilal Altında Dört Yıl" adlı kitabında: "Bu çöl çocukları arasında, anlımın üzerinde bir hilalle oturuyordum. Yaşamın ilginç tesadüfleri sonucunda Mısır Sina’sında Osmanlıların son sancaktarı ve halifenin temsilcisi olmuştum” şeklinde ifade etmiştir. Kendi komutasındaki birlikler Sina bölgesini terk ederken, topraklarını kaybeden bir vatan evladı gibi üzülmüş ve o günü ise: "Bu emir karşısında itaat etmekten başka çare kalmıyordu, sınırı yüreğim burkularak geçtim.” şeklinde anlatan Rafael de Nogales Mendez, 1919 yılında Osmanlı Ordusundan istifa ederek memleketine geri dönmüş, hayatının diğer dönemlerinde Nikaragua, Panama, Amerika Birleşik Devlerleri gibi, dünyanın değişik köşelerinde değişik serüvenler yaşamıştır. 1937 yılının 10 Temmuz günü altmış yaşında Panama’da hayata gözlerini yummuştur. Naaşı daha sonra ülkesi Venezuella'ya nakledilmiş ve burada defnedilmiştir.
İlginç kişiliğine, farklı dillerde yayımlanmış birçok kitabına rağmen yakın vakte kadar unutulmuş, hiç değilse ihmal edilmiş bu ismin en çok göze çarpan özelliği, 1. Dünya Savaşı'nda “Nogales Bey” adı altında Osmanlı Ordusu'nda savaşmış olmasıdır.
Kaynaklar:
Dr. Mehmet Necati Kutlu, “Yeni Bilgiler Işığında Rafael de Nogales Mendez” Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, 2004.
Kaymakam Hakkı, Rafael de Nögalis, Hilâl Altında Dört Sene ve Buna Ait Bir Cevap, İstanbul, 1931.
Özgür Gökmen, “Unutulmuş Bir Risaleyi Hatırlamak” Toplumsal Tarih Dergisi, s.143, 2005.
İlk gençlik yıllarından itibaren savaş sanatı üzerine özel dersler almış ve ailesi tarafından eğitim görmesi için Almanya'ya gönderilmiştir. Çocukluğu Almanya'da geçmiş ve eğitiminin büyük kısmını orada tamamlamıştır. Bir süre sonra Barcelona ve Louvain üniversitelerinde, felsefe, edebiyat ve fen bilimleri okumuş, askeri eğitimini ise Belçika Kraliyet Harp Okulu'nda yapmıştır. On yedi yaşında, asteğmen rütbesiyle İspanyol ordusuna girmiş, 1898’de Amerika Birleşik Devletleri kuvvetlerine karşı savaşmıştır. Meksika Devrimi'ne katılmış; Nikaragua'da Sandinistlerin yanında, Venezüella'da diktatörlüğün karşısında yer almıştır.
1898 savaşı sonrasında bir süre Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşayan ve geçimini hayvancılık yaparak sağlayan Nogales, kumar masasında çıkan tartışma esnasında, bir cinayete karışması sonrasında bu ülkeden ayrılmıştır. 1903 yılında Çin'e gitmiş, Macao, Hong-Kong, Kore'de ve Port Arthur'da İngiliz casusları hesabına çalışarak Japonya yararına istihbarat ve karşı istihbarat faaliyetlerinde bulunmuştur.
1914 yılında Birinci Dünya Savaşı çıktığında, öncelikle Belçika ve Fransa'ya hizmet etmek istemişse de, iki ülke yetkililerinin, Nogales'in milliyetini değiştirmesini ya da yabancı lejyonunda görev yapmasını şart koşmaları üzerine, bu ülkeler nezdindeki teşebbüsleri bir netice vermemiştir. Aynı dönemde Bulgaristan'da Alman Ataşemiliteri olarak görev yapan, Binbaşı Von Der Goltz ile Türk Ortaelçisi Fethi Bey'le (Okyar) tanışan bu maceraperest subay, onların tavsiyeleri üzerine Osmanlı İmparatorluğuna gönderilen Alman askeri uzmanlarıyla birlikte 1915 yılının Ocak ayında İstanbul'a gelmiştir.
Nogales, üç hafta kadar başkentte kalmış aynı yılın Şubat ayı başında III. Ordu emrine atanmış ve 12 Şubat 1915 günü Haydarpaşa garından hareketle verdiği şeref sözü altında savaşmak üzere Doğu cephesine doğru yola çıkmıştır. Rafael de Nogales Mendez, geldiği tarihten 1919 yılına kadar, Osmanlı Ordusu’nda önce Yüzbaşı, daha sonra Binbaşı olarak görev yapmıştır.
Nogales, 1915 yılında atandığı Doğu cephesindeki vazifesi sonrasında, 1917 yılında Güney cephesi 3. Süvari Tümeni emrine verilmiştir. Osmanlı ülkesinde bulunduğu zaman zarfında Türkçe de öğrenmiş, imparatorluğun son dönemlerine tanık olmuş ve katıldığı muharebelerde özveriyle savaşmıştır. Bir Osmanlı gibi davranmış ve duygularını: "Hilal Altında Dört Yıl" adlı kitabında: "Bu çöl çocukları arasında, anlımın üzerinde bir hilalle oturuyordum. Yaşamın ilginç tesadüfleri sonucunda Mısır Sina’sında Osmanlıların son sancaktarı ve halifenin temsilcisi olmuştum” şeklinde ifade etmiştir. Kendi komutasındaki birlikler Sina bölgesini terk ederken, topraklarını kaybeden bir vatan evladı gibi üzülmüş ve o günü ise: "Bu emir karşısında itaat etmekten başka çare kalmıyordu, sınırı yüreğim burkularak geçtim.” şeklinde anlatan Rafael de Nogales Mendez, 1919 yılında Osmanlı Ordusundan istifa ederek memleketine geri dönmüş, hayatının diğer dönemlerinde Nikaragua, Panama, Amerika Birleşik Devlerleri gibi, dünyanın değişik köşelerinde değişik serüvenler yaşamıştır. 1937 yılının 10 Temmuz günü altmış yaşında Panama’da hayata gözlerini yummuştur. Naaşı daha sonra ülkesi Venezuella'ya nakledilmiş ve burada defnedilmiştir.
İlginç kişiliğine, farklı dillerde yayımlanmış birçok kitabına rağmen yakın vakte kadar unutulmuş, hiç değilse ihmal edilmiş bu ismin en çok göze çarpan özelliği, 1. Dünya Savaşı'nda “Nogales Bey” adı altında Osmanlı Ordusu'nda savaşmış olmasıdır.
Kaynaklar:
Dr. Mehmet Necati Kutlu, “Yeni Bilgiler Işığında Rafael de Nogales Mendez” Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, 2004.
Kaymakam Hakkı, Rafael de Nögalis, Hilâl Altında Dört Sene ve Buna Ait Bir Cevap, İstanbul, 1931.
Özgür Gökmen, “Unutulmuş Bir Risaleyi Hatırlamak” Toplumsal Tarih Dergisi, s.143, 2005.
Eski bir bakandan bir konferansta konuşma yapması istenmişti.
Elinde kağıt kahve bardağı ile kürsüye çıktı ve konuşmasına başladı.
Ama kafasının başka yerde olduğu sanki anlaşılıyordu.
Daha bir iki cümle söylemiş iken durdu, kahve bardağından bir yudum aldı ve sonra bir süre bardağı kaldırıp baktı.
Derin bir nefes aldı ve ;
“Biliyor musunuz ne düşünüyorum? " diye sordu,
"Bu konferansta geçen yıl da, hem de aynı kürsüde konuşmuştum.
Tek bir fark vardı ; o zaman hala bakanlık görevim sürüyordu.
Buraya gelirken bana business class bileti alınmıştı, hava alanında beni bir limuzin ve eskort araba bekliyordu.
Beni önce bir otele götürmüşlerdi.
Otel müdürü beni otelin kapısında karşılamış ve kral dairesine çıkarmıştı.
Ertesi sabah lobide benim odadan inişimi bekleyen bir heyet vardı.
Beni yine aynı limuzinle bu salona getirmişlerdi.
Özel bir kapıdan içeri almışlardı.
Çok şık bir bekleme odasında konferansı beklerken porselen bir kapta kahve ikram etmişlerdi.
Sonra da beni salona aldılar ve en ön sırada ayrılan yerime geçmiştim."
Eski bakan derin bir nefes aldı,
seyircilere gülerek bir süre baktı ve devam etti
"Fakat bu yıl karşınızda bir bakan olarak bulunmuyorum."
bir an durdu ve sonra
" Dün buraya kendi ödediğim uçak bileti ile uçtum.Beni hava alanında kimse karşılamadı.
Otele taksi ile geldim.
Kendi odama kendim çıktım.
Bu sabah buraya otelden yine taksi ile geldim.
Kapıdan girerken güvenlikten geçtim, hüviyetimi alıp listede olduğuma emin olmadan salona almadılar bile.
Sonra da bulabildiğim yerde oturdum.
Canım kahve istedi ve görevliye sordum ;
bana dışarıda kahve makinesi olduğunu söyledi.
Ben de çıktım ve şu gördüğünüz kağıt bardağa kahveyi kendim doldurdum."
Seyirci gülmeye başlamıştı.
"Sanıyorum geçen yıl
porselen bardak bana sunulmamıştı.
Makamıma sunulmuştu.
Benim asıl bardağım işte bu."
Konuşmanın bu noktasında gülüp alkışlayan seyircilere kahve bardağını kaldırıp gösterdi.
Alkışlar bitince de şunları söyledi ;
"Size verebileceğim en iyi ders bu işte.
Bütün o övgüler,
hizmetler,
avantajlar rütbeniz,
rolünüz,
makamınız içindir.
Size ait değildir.
Ve bir gün makamınızı görevinizi bitirdiğinizde
porselen bardağınızı halefinize verirler.
Çünkü aslında layık olduğunuz hep kağıt bardaktır...
[Bu metin
Simon Sinek'in
"Leaders eat last"
(Liderler en son yer) kitabından alıntıdır]
Elinde kağıt kahve bardağı ile kürsüye çıktı ve konuşmasına başladı.
Ama kafasının başka yerde olduğu sanki anlaşılıyordu.
Daha bir iki cümle söylemiş iken durdu, kahve bardağından bir yudum aldı ve sonra bir süre bardağı kaldırıp baktı.
Derin bir nefes aldı ve ;
“Biliyor musunuz ne düşünüyorum? " diye sordu,
"Bu konferansta geçen yıl da, hem de aynı kürsüde konuşmuştum.
Tek bir fark vardı ; o zaman hala bakanlık görevim sürüyordu.
Buraya gelirken bana business class bileti alınmıştı, hava alanında beni bir limuzin ve eskort araba bekliyordu.
Beni önce bir otele götürmüşlerdi.
Otel müdürü beni otelin kapısında karşılamış ve kral dairesine çıkarmıştı.
Ertesi sabah lobide benim odadan inişimi bekleyen bir heyet vardı.
Beni yine aynı limuzinle bu salona getirmişlerdi.
Özel bir kapıdan içeri almışlardı.
Çok şık bir bekleme odasında konferansı beklerken porselen bir kapta kahve ikram etmişlerdi.
Sonra da beni salona aldılar ve en ön sırada ayrılan yerime geçmiştim."
Eski bakan derin bir nefes aldı,
seyircilere gülerek bir süre baktı ve devam etti
"Fakat bu yıl karşınızda bir bakan olarak bulunmuyorum."
bir an durdu ve sonra
" Dün buraya kendi ödediğim uçak bileti ile uçtum.Beni hava alanında kimse karşılamadı.
Otele taksi ile geldim.
Kendi odama kendim çıktım.
Bu sabah buraya otelden yine taksi ile geldim.
Kapıdan girerken güvenlikten geçtim, hüviyetimi alıp listede olduğuma emin olmadan salona almadılar bile.
Sonra da bulabildiğim yerde oturdum.
Canım kahve istedi ve görevliye sordum ;
bana dışarıda kahve makinesi olduğunu söyledi.
Ben de çıktım ve şu gördüğünüz kağıt bardağa kahveyi kendim doldurdum."
Seyirci gülmeye başlamıştı.
"Sanıyorum geçen yıl
porselen bardak bana sunulmamıştı.
Makamıma sunulmuştu.
Benim asıl bardağım işte bu."
Konuşmanın bu noktasında gülüp alkışlayan seyircilere kahve bardağını kaldırıp gösterdi.
Alkışlar bitince de şunları söyledi ;
"Size verebileceğim en iyi ders bu işte.
Bütün o övgüler,
hizmetler,
avantajlar rütbeniz,
rolünüz,
makamınız içindir.
Size ait değildir.
Ve bir gün makamınızı görevinizi bitirdiğinizde
porselen bardağınızı halefinize verirler.
Çünkü aslında layık olduğunuz hep kağıt bardaktır...
[Bu metin
Simon Sinek'in
"Leaders eat last"
(Liderler en son yer) kitabından alıntıdır]
Korku, öfke, heyecan, kızgınlık… Aslında bu hislerin hepsi evrende birer enerji. İnsan bu enerjileri başkalarından da “kapabiliyor”. Eğer siz de bir nevi duygu emici sünger gibiyseniz, başkalarının olumsuz duygularından nasıl kaçınmanız gerektiğini öğrenerek iç huzurunuzu koruyabilirsiniz.
Olumsuz duyguların kaynağı birbirinden farklı olabilir; bizzat sizden de kaynaklanabilir, bir başkasından da almış olabilirsiniz veya karışım da olabilir. Duygularınızın kaynağını tanıma ve böylelikle size ait olmayan olumsuz duyguları yüklenmek yerine pozitif duygulara yer verme yöntemlerini derledik:
1. Olumsuz duyguları çekmeye elverişli olup olmadığınızı fark edin
Yoksa siz de duygu emici sünger misiniz? Bunu anlamak için birkaç ipucu:
İnsanlar sizin için “aşırı hassas” diyorsa, bilin ki bu bir iltifat değil.
Başka insanların korku, gerginlik, stres gibi duygularını kendi bedeninizde hissedip, bunları kendi acılarınız gibi çözmeye çalışıyorsunuz. Bu kişiler, tanımadığınız insanlar olmak zorunda değil; ailenizden, arkadaşlarınızdan da etkileniyor olabilirsiniz.
Kalabalık bir ortamda kolayca mutsuz olabiliyorsunuz.
Koku, ses veya aşırı konuşma kolayca sinirlerinizi bozuyor.
Enerjinizi yeniden toplamak için yalnız kalmaya ihtiyaç duyuyorsunuz.
Hislerinizi uzun süre muhafaza edemiyorsunuz, hisleriniz kolayca değişebiliyor.
Cömert, fedakar ve iyi bir dinleyicisiniz.
Her zaman bir kaçış planınızın olmasını seviyorsunuz. Örneğin, buluşmalara kendi aracınızla gidiyorsunuz çünkü istediğiniz zaman ayrılabilirsiniz.
Yakın ilişkilerdeki samimiyet sizde kontrolü kaybetmiş hissi yaratıyor.
2. Kaynağını bulun
Öncelikle kendinize, “Bu sizin kendi hissiniz mi yoksa başkasına mı” ait diye sorun. İkisi de olabilir. Eğer yaşadığınız korku veya öfke hissi size aitse, bunun nedenini araştırın, gerekirse profesyonel yardım alın.
Örneğin sinemadan dönüşte eve gelirken, izlediğiniz filmi beğenmiş olmanıza rağmen öfke hissi taşıyorsanız, yakınınızda oturanların depresyonunu çekmiş olabilirsiniz. Veya alışveriş merkezi, konser alanı gibi kalabalık ortamlarda kendinizi mutsuz hissediyorsanız, etraftaki negatif enerjiyi çekiyorsunuz demektir.
3. Şüpheli kaynaktan uzaklaşın
Kendinizi kötü hissettiğinizde en az 20 adım uzağa gidin, yaşadığınız olumsuz hisler değişebilir. İnsanlardan uzaklaşırken kendinizi kötü hissetmeyin, alışveriş merkezinde oturduğunuz sandalyeyi değiştirirken çekinmeyin.
4. Nefesinize konsantre olun
Nefesinize odaklanarak kendi özünüzle iletişime geçmiş olursunuz. Birkaç dakika içinde o negatif hissi dışarı soluyup, sakinliği içinize çekebilirsiniz. Bunu yaparak olumsuz hislerden uzaklaşabilirsiniz.
5. Kırgınlıklarınızı saklandıkları yerden çıkarın
Negatif duygular midenizin yakınındaki duygu merkezinde toplanır. Stresten arınmak için avuç içinizi midenize götürün ve bir süre bu şekilde durun.
6. Kendinize siper olun
Bedeninizi saran beyaz bir ışık olduğunu ve bu ışığın negatif hislerin içeri girmesine engel olarak sizi koruduğunu düşünün.
7. Duygusal yüklenmeyi yönetin
Başkalarının duygularını omuzlamak için kendi yeteneklerinizi heba etmeyin. Bunun yerine yeni stratejiler geliştirin. Örneğin sizi mutsuz eden “duygu vampirlerini” tespit edin ve kendinizi onlara karşı koruyun, stresli bir durum öncesinde protein açısından zengin gıdalarla beslenin, zor durumlardan kurtulmak için başkalarına değil kendinize güvenin, sizi sömürmek isteyenlere karşı sınırlar belirleyin, kendinize özel bir alan yaratın ve başkalarından da buna saygı duymalarını isteyin, meditasyon yapın.
8. Pozitif insanlarla ve durumlarla vakit geçirin
Başkalarının içindeki iyiliği görmeyi bilen arkadaşlarınızı arayın, umutlu insanları dinleyin, başkalarının kendine olan inancını dinleyin, umutlu şeyler söylemeye gayret edin. Olumlu hisleri beslemek, uzun dönemde insanı daha güçlü kılar.
9. Uyuşmazlıklar için bir sığınak yaratın
Doğanızdan kaynaklanan düşünce biçiminizi açık bırakın. Ara sıra doğanıza dönün, kendinizi zihinsel olarak kurban hissettiğiniz o günleri hatırlayıp ruhsal olarak şarj olmanızı sağlayabilir.
Kaynak:
The Mind Unleashed
Olumsuz duyguların kaynağı birbirinden farklı olabilir; bizzat sizden de kaynaklanabilir, bir başkasından da almış olabilirsiniz veya karışım da olabilir. Duygularınızın kaynağını tanıma ve böylelikle size ait olmayan olumsuz duyguları yüklenmek yerine pozitif duygulara yer verme yöntemlerini derledik:
1. Olumsuz duyguları çekmeye elverişli olup olmadığınızı fark edin
Yoksa siz de duygu emici sünger misiniz? Bunu anlamak için birkaç ipucu:
İnsanlar sizin için “aşırı hassas” diyorsa, bilin ki bu bir iltifat değil.
Başka insanların korku, gerginlik, stres gibi duygularını kendi bedeninizde hissedip, bunları kendi acılarınız gibi çözmeye çalışıyorsunuz. Bu kişiler, tanımadığınız insanlar olmak zorunda değil; ailenizden, arkadaşlarınızdan da etkileniyor olabilirsiniz.
Kalabalık bir ortamda kolayca mutsuz olabiliyorsunuz.
Koku, ses veya aşırı konuşma kolayca sinirlerinizi bozuyor.
Enerjinizi yeniden toplamak için yalnız kalmaya ihtiyaç duyuyorsunuz.
Hislerinizi uzun süre muhafaza edemiyorsunuz, hisleriniz kolayca değişebiliyor.
Cömert, fedakar ve iyi bir dinleyicisiniz.
Her zaman bir kaçış planınızın olmasını seviyorsunuz. Örneğin, buluşmalara kendi aracınızla gidiyorsunuz çünkü istediğiniz zaman ayrılabilirsiniz.
Yakın ilişkilerdeki samimiyet sizde kontrolü kaybetmiş hissi yaratıyor.
2. Kaynağını bulun
Öncelikle kendinize, “Bu sizin kendi hissiniz mi yoksa başkasına mı” ait diye sorun. İkisi de olabilir. Eğer yaşadığınız korku veya öfke hissi size aitse, bunun nedenini araştırın, gerekirse profesyonel yardım alın.
Örneğin sinemadan dönüşte eve gelirken, izlediğiniz filmi beğenmiş olmanıza rağmen öfke hissi taşıyorsanız, yakınınızda oturanların depresyonunu çekmiş olabilirsiniz. Veya alışveriş merkezi, konser alanı gibi kalabalık ortamlarda kendinizi mutsuz hissediyorsanız, etraftaki negatif enerjiyi çekiyorsunuz demektir.
3. Şüpheli kaynaktan uzaklaşın
Kendinizi kötü hissettiğinizde en az 20 adım uzağa gidin, yaşadığınız olumsuz hisler değişebilir. İnsanlardan uzaklaşırken kendinizi kötü hissetmeyin, alışveriş merkezinde oturduğunuz sandalyeyi değiştirirken çekinmeyin.
4. Nefesinize konsantre olun
Nefesinize odaklanarak kendi özünüzle iletişime geçmiş olursunuz. Birkaç dakika içinde o negatif hissi dışarı soluyup, sakinliği içinize çekebilirsiniz. Bunu yaparak olumsuz hislerden uzaklaşabilirsiniz.
5. Kırgınlıklarınızı saklandıkları yerden çıkarın
Negatif duygular midenizin yakınındaki duygu merkezinde toplanır. Stresten arınmak için avuç içinizi midenize götürün ve bir süre bu şekilde durun.
6. Kendinize siper olun
Bedeninizi saran beyaz bir ışık olduğunu ve bu ışığın negatif hislerin içeri girmesine engel olarak sizi koruduğunu düşünün.
7. Duygusal yüklenmeyi yönetin
Başkalarının duygularını omuzlamak için kendi yeteneklerinizi heba etmeyin. Bunun yerine yeni stratejiler geliştirin. Örneğin sizi mutsuz eden “duygu vampirlerini” tespit edin ve kendinizi onlara karşı koruyun, stresli bir durum öncesinde protein açısından zengin gıdalarla beslenin, zor durumlardan kurtulmak için başkalarına değil kendinize güvenin, sizi sömürmek isteyenlere karşı sınırlar belirleyin, kendinize özel bir alan yaratın ve başkalarından da buna saygı duymalarını isteyin, meditasyon yapın.
8. Pozitif insanlarla ve durumlarla vakit geçirin
Başkalarının içindeki iyiliği görmeyi bilen arkadaşlarınızı arayın, umutlu insanları dinleyin, başkalarının kendine olan inancını dinleyin, umutlu şeyler söylemeye gayret edin. Olumlu hisleri beslemek, uzun dönemde insanı daha güçlü kılar.
9. Uyuşmazlıklar için bir sığınak yaratın
Doğanızdan kaynaklanan düşünce biçiminizi açık bırakın. Ara sıra doğanıza dönün, kendinizi zihinsel olarak kurban hissettiğiniz o günleri hatırlayıp ruhsal olarak şarj olmanızı sağlayabilir.
Kaynak:
The Mind Unleashed
2 Mart 1949 tarihinde İstanbul korkunç bir patlamayla sarsılır.
İki gün boyunca devam eden bu şiddetli patlamalarda, Sütlüce sahilindeki bir bina neredeyse tamamen havaya uçar. Havaya uçan bu bina, bir silah fabrikasıydı. Sahibi de Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanlarının en güçlü adamı, Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa’nın öz kardeşi, Kafkas İslam Ordusu Komutanı, Bakü Fatihi Nuri Killigil Paşadır...
TBMM’de bazı milletvekilleri hükümete soru önergesi vererek, "bu fabrikanın nasıl ve kimlerce havaya uçurulduğunun" açıklanmasını ister. Ve 23 Mart’ta kapalı celsede zamanın Başbakan kürsüye gelerek açıklamalarda bulunur; ne anlattığıysa artık, kayıtlara devlet sırrı olarak girer!
Patlamadan sonra Nuri Paşa’nın yanmış birkaç parça el, ayak ve giysisi bulunur ancak. Ve bunlar bir tabuta konarak toprağa verilir. Resimde gördüğünüz minik tabutta yatan büyük, idealist ve gözükara bir paşadır.
Fabrika? Bir daha açılmamak üzere yanmış, kül olmuştur. Üretilen tabancalardan biri, Nuri Paşa’nın varislerince Harbiye Askeri Müzesi’ne teslim edilir; bir gün yolunuz düşerse silahı orada görebilirsiniz.
Nuri Demirağ'ın öncülük ettiği uçak sanayinin ardından savunma sanayimizin temel taşı da un-ufak edilip toprağa gömülmüştür artık. Yıl 1949. Henüz Menderes iktidara gelmemiştir. Bu müteşebbis iki Nuri; Killigil ve Demirağ resmi tarihçe, millete unutturuldu. Yerine kim mi kondu? Nuri Alço vbleri...
Peki bu Nuri Killigil Paşa Kimdir?
Türk savunma sanayisinin temellerini atan, itilmiş, horlanmış ve unutulmuş, unutturulmuş bir kahraman: Nuri Killigil Paşa…
Gözü kara bir subay, idealist bir memleket sevdalısı. 1911-1912 yıllarında Trablusgarp’ta İtalyan işgaline karşı savaştı. Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru, henüz 29 yaşındayken Kafkas İslam Ordusu Komutanı olarak, Ermenilerin ve Rusların işgalindeki Bakü’yü kurtardı. Bu zaferden sonra Azerbaycanlılar tarafından adına destanlar yazıldı, şarkılar bestelendi ve “Bakü Fatihi” olarak tanınmaya başladı. Fakat henüz bir buçuk ay sonra 0smanlı İmparatorluğu’nun Mondros Anlaşması’nı imzalayıp yenilgiyi kabul etmesi üzerine birliklerini Azerbaycan’dan çekmek zorunda kaldı.
Ateşkes ile birlikte İngilizlerin baskısıyla bütün komutanlar İstanbul’a çağrıldı. Payitahta gelir gelmez polisler tarafından tutuklandı ve Batum’a gönderilerek hapsedildi. 1919 yılında halkın da yardımıyla hapisten kaçtı. Erzurum’a giderek milli mücadeleye katıldı. Erzurum ve Kars’ta silah ve cephanelerin bakımı için bir atölye kurdu. Fakat bu sırada Mustafa Kemal'e darbe yapacak dedikoduları çıktı, bölgeden uzaklaştırılırdı ve Almanya’ya gitmek zorunda kaldı. Killigil, Almanya’da yaşadığı süre zarfında da Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile beraber çalışarak, özellikle ordunun hafif silah ve mühimmat tedariki yönünde çalışmalar yaptı. Yurda döndüğünde devlet kurulmuş ve emekliye sevk edilmişti.
1925 yılında Atatürk’ün imzasıyla Yarbay rütbesiyle emekliliği onaylandı. 1929’da devlet tarafından İstiklal Madalyası’na layık görüldü.
Nuri Paşa Artık asker değildir ve yeni bir iş yapması gerekiyordu. Siyasete girmedi, ticarete atılmayı düşündü. Gençliğinden beri silah üretmek en büyük hayaliydi. Teknik bilgisi olmamasına rağmen, içinde hep bir şeyler icat etme arzusu vardı.
1933’te Zeytinburnu’nda döküm, seramik, soba yapmak üzere bir tesis kurdu. Resmi olarak bu tip madeni eşyalar üretiliyor olarak görünse de asıl üretimi, Millî Savunma Bakanlığı’nın verdiği izinle yapılan tabanca, tüfek, gaz maskesi ve hatta havan topu mermisi gibi askeri malzemeler üzerine idi. İlk büyük işi; Atatürk’ün kararnamesiyle 1934’te, Yavuz Gemisi topları için gerekli olan kanat emniyetli tapaların üretimi oldu. Daha sonra dağ topları için 24 bin tapa ve Heinkel uçaklarının bomba yapımı gibi işleri de almıştı.
Daha sonra fabrikasını iyice genişletti ve Sütlüce’de ikinci fabrikasını açtı. Türkiye’nin ilk özel savunma sanayi şirketi olan bu fabrika, ülkenin silah endüstrisindeki mihenk taşı oldu. 400 tezgah ve 500 işçi çalışıyor, tamamen yerli silah ve mühimmatlar üretiliyor, bu mühimmatlar da Türkiye Cumhuriyeti’nin yanı sıra birçok devlete satılıyordu.
Sütlüce’deki bu silah ve mühimmat fabrikasında, çizimini bizzat kendi yaptığı, kendi adını verdiği ve patenti kendisine ait olan Nuri Killigil Tabancası’nı üretti. Yarı otomatik ve 9 milimetre çapındaki bu ilk yerli ve milli tabancamız o yıllarda dünyanın en iyi silahları arasında gösteriliyordu. (Silah bugün Harbiye Askeri Müzesi’nde sergilenmekte, yolunuz düşerse orada görebilirsiniz.)
Hayatı silahlarla geçmiş, gerçek bir silahşor olan Nuri Paşa’nın; askerlik hayatında silahları yalnızca kullanmakla kalmadığını, üzerinde kafa yorarak sürekli gelişme ve yenilik arayışında olduğunu, kısa süre içerisinde ortaya koyduğu başarılı eserlerden anlayabiliyoruz.
Killigil Tabancası’na baktığımızda; silahın kabza kapağındaki incelik, şarjör tünelinin altındaki detay, üst kapağın zarafeti hemen dikkatimizi çekiyor ve bu harika tasarım, onun ne kadar titiz, işini iyi yapan bir silah tasarımcısı olduğunu bize gösteriyor.
Nuri Killigil’in bu başarıları, Türkiye’nin milli ve yerli bir savunma sanayisi olmasını istemeyenleri rahatsız etti. Bir süre sonra Killigil, baskılardan dolayı fabrikasında silah üretilmeyeceğini açıkladı. Fakat üretim gizlice devam ediyordu.
1949 yılına gelindiğinde… O günlerde yeni kurulmuş olan İsrail’le savaş halindeki Mısır’dan beş bin tabanca, Suriye’den de iki bin havan topu siparişi geldi. Siparişleri yetiştirmek için fabrikada gece gündüz çalışılıyordu. Bu sırada BM Güvenlik Konseyi, Suriye ve Mısır’a silah ambargosu koydu. Fakat, Paşa bu karara rağmen ambargoyu delerek sevkiyata devam etti. Bu sevkiyat İsrail’in ve İsrail ile iyi ilişkiler kurmaya çalışan hükümetin, o dönemki menfaatlerine hiç uygun değildi.
1949 yılının 2 Mart'ında Sütlüce’deki fabrikada fail-i meçhul (olmayan) patlamalar meydana geldi. Nuri Killigil Paşa, mühendis ve işçileriyle, on binlerce top ve havan mermisiyle birlikte bir anda yok edildi. Ceset parçaları fabrikanın her yerine saçılmıştı. Kaç kişinin can verdiği tespit edilemedi ve 27 kişi gibi temsili bir sayı kayda geçildi. Günlerce aranmasına rağmen Nuri Paşa’nın cesedine ait hiçbir şey bulunamadı ve sembolik olarak boş bir tabut defnedildi.
20 gün sonra cesedinin ana gövdesi Haliç’te su üzerine çıkınca bulundu. Ailesi tekrardan cenaze töreni yaparak, cenaze namazının kılınmasını istedi. Fakat hükümetinin baskılarından korkan dönemin müftüsü tarafından “sadece bir ceset parçası için cenaze namazı kılınmaz” diye fetva verildi.
Halk arasındaki iddialara göre; 1949 yılının hükümeti, İsrail siyaseti gereği Nuri Killigil’in cenazesine de tavır almıştı. 24 Mart 1949 tarihinde cenaze namazı kılınmadan, işçi arkadaşlarının yanına, Nuri Killigil Fabrikası Şehitliği’ne hak etmediği şekilde defnedildi.
Kafkas İslam Ordusu Komutanı olarak şanlı zaferler kazanmış bir savaş kahramanı, Azerbaycan Türklerini, Rus-Ermeni zulmünden kurtaran “Bakü Fatihi”, Türkiye’nin ilk yerli ve milli silah üreticisi, savunma sanayinin kurucusu, ömrünü memleketine adamış bu müslüman Türk evladına bir cenaze namazı bile çok görülmüştü.
Yıllarca Edirnekapı’daki mezarına da gereken değer gösterilmedi, yeri bile unut(tur)uldu. Ancak 2016 yılında, yazar Atilla Onat tarafından mezar tespit edildi, İstanbul Büyük Şehir Belediyesince onarıldı. Ve vefatından tam 67 yıl sonra cenaze namazı arkadaşlarıyla birlikte yattığı şehitlikte, bir avuç bilen ve sevenleri tarafından kılındı.
Ülkemiz’de son derece vahim geçen bu yıllarda, "uçak sanayinin" ardından "savunma sanayimiz" de toprağa gömülmüş oldu.
Nuri Killigil Silah ve Mühimmat Fabrikası üretimine devam etseydi bugün savunma sanayimiz hangi seviyelerdeydi? Nuri Demirağ uçak sanayinde destek görse veya önü kesilmeseydi ekonomimiz şu anda ne durumda olurdu diye düşünmeden edemiyoruz.
Ömürleri boyunca kendilerinden çok ülkeleri için çalışan bu aziz insanlara vefa borcu olarak bizlere düşen; onları iyi anlayıp, değerlendirmek, emanetlerine sahip çıkmak, onların kaldıkları yoldan devam etmektir. Ve onları unutturanları asla unutmamaktır. Vatan savunması için Trablusgarp’tan Bakü’ye birçok toprakta korkusuzca savaşan bir kahraman olduğu gibi, bir mühendislik dehası da olan bu büyük değerimizin ruhu şad, mekânı cennet olsun. Allah gani gani rahmet eylesin.
Yazıyı, Nuri Paşa önderliğindeki Kafkas İslam Ordusu’nun Bakü’yü düşman işgalinden kurtarması şerefine yazılmış, Nuri Paşa Zafer Marşı’nın bir bölümüyle sonlandırıyorum;
"Nuri Paşa at belinde, Türkiye’den Kars’tan gelir.
Azerbaycan diye diye, yenilmeyen aslan gelir.
Dalgalanan Türk Bayrağı, istiklalden haber verir.
İslam'ın şanlı tarihine, zaman er oğlu er verir.”
Kafkasya/ Dağıstan'dan 1867 lerde sürgün gelen atalarım Kafkasya'yı kurtaran bu kahraman Paşa'nın adını büyük dedeme verirler ve ben de "NURİ" ismini dedemden miras olarak alırım. Geleneği ve direnişi yaşatma adına "ŞAMİL" adını bende ilk oğluma verdim.
Diğer adaşım, milli uçak sanayinin kahramanlarından Nuri Demirağ'ın başına gelenleri de artık siz okuyun.
Sonuç olarak;
Aşağıdaki resme iyi bakınız. Resimde gördüğünüz tabutta koca imparatorluğun koca paşasının parçalanarak küçültülmüş artakalan parçalarıdır. Yani biz...
Alın size unutturulan muhteşem bir tarihten bir kesit daha...
Tarih diye yıllârdır resmî tarih palavralarını okuttular bize? Çanakkale ve Kurtuluş şavaşından kaçarak Paris ve Viyana kafelerinde sürten, ittihatçı ve Jöntürk artığı, paşaların savaş kaçkını, korkak ve hain çocuklarını, edebiyat, siyaset ve tarih kitaplarımızda yeni yetişen nesillere kahraman diye yutturdular. Baskı ve aldatmacayla bir neslin ruhunu çalarak mankurtlaştırdılar... Az kaldı az, millet hepsini öğrenecek... Gerçeklerin üstündeki sır perdesi aralanacak...
O TABUTTA YATAN BİR BEBEK DEĞİL !UNUTTURULMAYA ÇALIŞILAN GÖZÜKARA BİR PAŞA...
İki gün boyunca devam eden bu şiddetli patlamalarda, Sütlüce sahilindeki bir bina neredeyse tamamen havaya uçar. Havaya uçan bu bina, bir silah fabrikasıydı. Sahibi de Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanlarının en güçlü adamı, Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa’nın öz kardeşi, Kafkas İslam Ordusu Komutanı, Bakü Fatihi Nuri Killigil Paşadır...
TBMM’de bazı milletvekilleri hükümete soru önergesi vererek, "bu fabrikanın nasıl ve kimlerce havaya uçurulduğunun" açıklanmasını ister. Ve 23 Mart’ta kapalı celsede zamanın Başbakan kürsüye gelerek açıklamalarda bulunur; ne anlattığıysa artık, kayıtlara devlet sırrı olarak girer!
Patlamadan sonra Nuri Paşa’nın yanmış birkaç parça el, ayak ve giysisi bulunur ancak. Ve bunlar bir tabuta konarak toprağa verilir. Resimde gördüğünüz minik tabutta yatan büyük, idealist ve gözükara bir paşadır.
Fabrika? Bir daha açılmamak üzere yanmış, kül olmuştur. Üretilen tabancalardan biri, Nuri Paşa’nın varislerince Harbiye Askeri Müzesi’ne teslim edilir; bir gün yolunuz düşerse silahı orada görebilirsiniz.
Nuri Demirağ'ın öncülük ettiği uçak sanayinin ardından savunma sanayimizin temel taşı da un-ufak edilip toprağa gömülmüştür artık. Yıl 1949. Henüz Menderes iktidara gelmemiştir. Bu müteşebbis iki Nuri; Killigil ve Demirağ resmi tarihçe, millete unutturuldu. Yerine kim mi kondu? Nuri Alço vbleri...
Peki bu Nuri Killigil Paşa Kimdir?
Türk savunma sanayisinin temellerini atan, itilmiş, horlanmış ve unutulmuş, unutturulmuş bir kahraman: Nuri Killigil Paşa…
Gözü kara bir subay, idealist bir memleket sevdalısı. 1911-1912 yıllarında Trablusgarp’ta İtalyan işgaline karşı savaştı. Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru, henüz 29 yaşındayken Kafkas İslam Ordusu Komutanı olarak, Ermenilerin ve Rusların işgalindeki Bakü’yü kurtardı. Bu zaferden sonra Azerbaycanlılar tarafından adına destanlar yazıldı, şarkılar bestelendi ve “Bakü Fatihi” olarak tanınmaya başladı. Fakat henüz bir buçuk ay sonra 0smanlı İmparatorluğu’nun Mondros Anlaşması’nı imzalayıp yenilgiyi kabul etmesi üzerine birliklerini Azerbaycan’dan çekmek zorunda kaldı.
Ateşkes ile birlikte İngilizlerin baskısıyla bütün komutanlar İstanbul’a çağrıldı. Payitahta gelir gelmez polisler tarafından tutuklandı ve Batum’a gönderilerek hapsedildi. 1919 yılında halkın da yardımıyla hapisten kaçtı. Erzurum’a giderek milli mücadeleye katıldı. Erzurum ve Kars’ta silah ve cephanelerin bakımı için bir atölye kurdu. Fakat bu sırada Mustafa Kemal'e darbe yapacak dedikoduları çıktı, bölgeden uzaklaştırılırdı ve Almanya’ya gitmek zorunda kaldı. Killigil, Almanya’da yaşadığı süre zarfında da Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile beraber çalışarak, özellikle ordunun hafif silah ve mühimmat tedariki yönünde çalışmalar yaptı. Yurda döndüğünde devlet kurulmuş ve emekliye sevk edilmişti.
1925 yılında Atatürk’ün imzasıyla Yarbay rütbesiyle emekliliği onaylandı. 1929’da devlet tarafından İstiklal Madalyası’na layık görüldü.
Nuri Paşa Artık asker değildir ve yeni bir iş yapması gerekiyordu. Siyasete girmedi, ticarete atılmayı düşündü. Gençliğinden beri silah üretmek en büyük hayaliydi. Teknik bilgisi olmamasına rağmen, içinde hep bir şeyler icat etme arzusu vardı.
1933’te Zeytinburnu’nda döküm, seramik, soba yapmak üzere bir tesis kurdu. Resmi olarak bu tip madeni eşyalar üretiliyor olarak görünse de asıl üretimi, Millî Savunma Bakanlığı’nın verdiği izinle yapılan tabanca, tüfek, gaz maskesi ve hatta havan topu mermisi gibi askeri malzemeler üzerine idi. İlk büyük işi; Atatürk’ün kararnamesiyle 1934’te, Yavuz Gemisi topları için gerekli olan kanat emniyetli tapaların üretimi oldu. Daha sonra dağ topları için 24 bin tapa ve Heinkel uçaklarının bomba yapımı gibi işleri de almıştı.
Daha sonra fabrikasını iyice genişletti ve Sütlüce’de ikinci fabrikasını açtı. Türkiye’nin ilk özel savunma sanayi şirketi olan bu fabrika, ülkenin silah endüstrisindeki mihenk taşı oldu. 400 tezgah ve 500 işçi çalışıyor, tamamen yerli silah ve mühimmatlar üretiliyor, bu mühimmatlar da Türkiye Cumhuriyeti’nin yanı sıra birçok devlete satılıyordu.
Sütlüce’deki bu silah ve mühimmat fabrikasında, çizimini bizzat kendi yaptığı, kendi adını verdiği ve patenti kendisine ait olan Nuri Killigil Tabancası’nı üretti. Yarı otomatik ve 9 milimetre çapındaki bu ilk yerli ve milli tabancamız o yıllarda dünyanın en iyi silahları arasında gösteriliyordu. (Silah bugün Harbiye Askeri Müzesi’nde sergilenmekte, yolunuz düşerse orada görebilirsiniz.)
Hayatı silahlarla geçmiş, gerçek bir silahşor olan Nuri Paşa’nın; askerlik hayatında silahları yalnızca kullanmakla kalmadığını, üzerinde kafa yorarak sürekli gelişme ve yenilik arayışında olduğunu, kısa süre içerisinde ortaya koyduğu başarılı eserlerden anlayabiliyoruz.
Killigil Tabancası’na baktığımızda; silahın kabza kapağındaki incelik, şarjör tünelinin altındaki detay, üst kapağın zarafeti hemen dikkatimizi çekiyor ve bu harika tasarım, onun ne kadar titiz, işini iyi yapan bir silah tasarımcısı olduğunu bize gösteriyor.
Nuri Killigil’in bu başarıları, Türkiye’nin milli ve yerli bir savunma sanayisi olmasını istemeyenleri rahatsız etti. Bir süre sonra Killigil, baskılardan dolayı fabrikasında silah üretilmeyeceğini açıkladı. Fakat üretim gizlice devam ediyordu.
1949 yılına gelindiğinde… O günlerde yeni kurulmuş olan İsrail’le savaş halindeki Mısır’dan beş bin tabanca, Suriye’den de iki bin havan topu siparişi geldi. Siparişleri yetiştirmek için fabrikada gece gündüz çalışılıyordu. Bu sırada BM Güvenlik Konseyi, Suriye ve Mısır’a silah ambargosu koydu. Fakat, Paşa bu karara rağmen ambargoyu delerek sevkiyata devam etti. Bu sevkiyat İsrail’in ve İsrail ile iyi ilişkiler kurmaya çalışan hükümetin, o dönemki menfaatlerine hiç uygun değildi.
1949 yılının 2 Mart'ında Sütlüce’deki fabrikada fail-i meçhul (olmayan) patlamalar meydana geldi. Nuri Killigil Paşa, mühendis ve işçileriyle, on binlerce top ve havan mermisiyle birlikte bir anda yok edildi. Ceset parçaları fabrikanın her yerine saçılmıştı. Kaç kişinin can verdiği tespit edilemedi ve 27 kişi gibi temsili bir sayı kayda geçildi. Günlerce aranmasına rağmen Nuri Paşa’nın cesedine ait hiçbir şey bulunamadı ve sembolik olarak boş bir tabut defnedildi.
20 gün sonra cesedinin ana gövdesi Haliç’te su üzerine çıkınca bulundu. Ailesi tekrardan cenaze töreni yaparak, cenaze namazının kılınmasını istedi. Fakat hükümetinin baskılarından korkan dönemin müftüsü tarafından “sadece bir ceset parçası için cenaze namazı kılınmaz” diye fetva verildi.
Halk arasındaki iddialara göre; 1949 yılının hükümeti, İsrail siyaseti gereği Nuri Killigil’in cenazesine de tavır almıştı. 24 Mart 1949 tarihinde cenaze namazı kılınmadan, işçi arkadaşlarının yanına, Nuri Killigil Fabrikası Şehitliği’ne hak etmediği şekilde defnedildi.
Kafkas İslam Ordusu Komutanı olarak şanlı zaferler kazanmış bir savaş kahramanı, Azerbaycan Türklerini, Rus-Ermeni zulmünden kurtaran “Bakü Fatihi”, Türkiye’nin ilk yerli ve milli silah üreticisi, savunma sanayinin kurucusu, ömrünü memleketine adamış bu müslüman Türk evladına bir cenaze namazı bile çok görülmüştü.
Yıllarca Edirnekapı’daki mezarına da gereken değer gösterilmedi, yeri bile unut(tur)uldu. Ancak 2016 yılında, yazar Atilla Onat tarafından mezar tespit edildi, İstanbul Büyük Şehir Belediyesince onarıldı. Ve vefatından tam 67 yıl sonra cenaze namazı arkadaşlarıyla birlikte yattığı şehitlikte, bir avuç bilen ve sevenleri tarafından kılındı.
Ülkemiz’de son derece vahim geçen bu yıllarda, "uçak sanayinin" ardından "savunma sanayimiz" de toprağa gömülmüş oldu.
Nuri Killigil Silah ve Mühimmat Fabrikası üretimine devam etseydi bugün savunma sanayimiz hangi seviyelerdeydi? Nuri Demirağ uçak sanayinde destek görse veya önü kesilmeseydi ekonomimiz şu anda ne durumda olurdu diye düşünmeden edemiyoruz.
Ömürleri boyunca kendilerinden çok ülkeleri için çalışan bu aziz insanlara vefa borcu olarak bizlere düşen; onları iyi anlayıp, değerlendirmek, emanetlerine sahip çıkmak, onların kaldıkları yoldan devam etmektir. Ve onları unutturanları asla unutmamaktır. Vatan savunması için Trablusgarp’tan Bakü’ye birçok toprakta korkusuzca savaşan bir kahraman olduğu gibi, bir mühendislik dehası da olan bu büyük değerimizin ruhu şad, mekânı cennet olsun. Allah gani gani rahmet eylesin.
Yazıyı, Nuri Paşa önderliğindeki Kafkas İslam Ordusu’nun Bakü’yü düşman işgalinden kurtarması şerefine yazılmış, Nuri Paşa Zafer Marşı’nın bir bölümüyle sonlandırıyorum;
"Nuri Paşa at belinde, Türkiye’den Kars’tan gelir.
Azerbaycan diye diye, yenilmeyen aslan gelir.
Dalgalanan Türk Bayrağı, istiklalden haber verir.
İslam'ın şanlı tarihine, zaman er oğlu er verir.”
Kafkasya/ Dağıstan'dan 1867 lerde sürgün gelen atalarım Kafkasya'yı kurtaran bu kahraman Paşa'nın adını büyük dedeme verirler ve ben de "NURİ" ismini dedemden miras olarak alırım. Geleneği ve direnişi yaşatma adına "ŞAMİL" adını bende ilk oğluma verdim.
Diğer adaşım, milli uçak sanayinin kahramanlarından Nuri Demirağ'ın başına gelenleri de artık siz okuyun.
Sonuç olarak;
Aşağıdaki resme iyi bakınız. Resimde gördüğünüz tabutta koca imparatorluğun koca paşasının parçalanarak küçültülmüş artakalan parçalarıdır. Yani biz...
Alın size unutturulan muhteşem bir tarihten bir kesit daha...
Tarih diye yıllârdır resmî tarih palavralarını okuttular bize? Çanakkale ve Kurtuluş şavaşından kaçarak Paris ve Viyana kafelerinde sürten, ittihatçı ve Jöntürk artığı, paşaların savaş kaçkını, korkak ve hain çocuklarını, edebiyat, siyaset ve tarih kitaplarımızda yeni yetişen nesillere kahraman diye yutturdular. Baskı ve aldatmacayla bir neslin ruhunu çalarak mankurtlaştırdılar... Az kaldı az, millet hepsini öğrenecek... Gerçeklerin üstündeki sır perdesi aralanacak...
O TABUTTA YATAN BİR BEBEK DEĞİL !UNUTTURULMAYA ÇALIŞILAN GÖZÜKARA BİR PAŞA...
Hoşgeldin, Ziyaretçi
Forumda Ara
Forum İstatistikleri
Kimler Çevrimiçi
Şu anda 20 aktif kullanıcı var.
Google
(0 Üye - 19 Ziyaretçi)
Son Yazılanlar
Başkalarının olumsuz duyg...
Yorum
0
•
Okunma
3,039